Çocukken bayağı basitti. Arkadaşlık için iki adet insan yavrusu yeterliydi. Hele ikisinden birinin elinde bir oyuncak varsa, saatlerce kopmayacak bir dostluğun temeli atılmıştı. Büyüdükçe zorlaştı

Ami, amigo, friend, filos, heval, arkadaş!

ALEV KARADUMAN / karadumanalev@gmail.com

Dünyaya gelen büyüyor malumunuz; tek başınalıktan anneli olma haline, oradan başkalarına da bir selam vermeye doğru hem de. Daha küçücük bebekken, düşüp kafamızı kırmayalım diye etrafımıza konmuş yastıklar eşliğinde yanımıza bir bebek getirip koyarlar. Ya komşunun ya bir akrabanın çocuğudur genelde; “Bak arkadaş” denir büyüklerin bebeklerle konuşma tonlamasına özgü rahatsız edici bir şekilde.

Amerikalı psiko-sosyolog Mildren Parten’in 30’lu yıllarda yaptığı sınıflandırmaya göre kazın ayağı hiç de öyle değil oysaki. Çocuk ilkin ‘tek başına oyun’ sürecindedir kimseyi sallamaz. Sonra ‘oyunu izleme’, sonra yan yana olup ama hala kendi başına oynadıkları ‘paralel oyun’, müteakiben ‘birlikte oyun’ ve sonunda ‘kooperatif oyun’! (Oğuz Atay’ın kulakları çınlasın, ruhu şad olsun diyelim) O yanınıza oturtulan yabancı bebeğe gittikçe alışmak, sevmek onu, paylaşmaya çalışmak. Bu haftanın neco’su işte, kooperatif oyundan sonra hayatımıza giren ve çıkmak bilmeyen, en sevdiklerimiz, arkadaşlarımız!

Çocukken bayağı basitti. Arkadaşlık için iki adet insan yavrusu yeterliydi. Hele ikisinden birinin elinde bir oyuncak varsa, saatlerce kopmayacak bir dostluğun temeli atılmıştı. Büyüdükçe zorlaştı, çünkü okul diye bir yere gönderdiler bizi; çok kalabalıktı ve ellerimizde oyuncaklar yerine kalemler kitaplar vardı. Zamanla oturdu taşlar yerine, öğrendik arkadaş olmayı, küsmeyi öğrendik, özlemeyi, onsuz hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını. Okul arkadaşı ile çeşitlenen arkadaşlık kavramı, mahalle arkadaşı, mektup arkadaşı, yurt arkadaşı, iş arkadaşı, ev arkadaşı, dava arkadaşı, facebook arkadaşı (yeni kavram) gibi konseptlerde dallanıp budaklandı yıllar boyu. Komşuluk diye bir şey girdi hayatımıza mesela, esasen sıra arkadaşının aynı apartmanı ya da katı paylaşanına denk düştü. Farklı dünyalara açılan ilk kapılardı çocukluğumuzda arkadaşlar, arkadaş evi; adım atılan ilk yabancı ev, kendimiz ve ailemiz dışımızda gördüğümüz ilk yabancı hayat.

“The friendly ghost Casper”ın (Sevimli Hayalet Casper) hayatımıza girmesi de aşağı yukarı bu yıllara denk düşer. Casper; kötü niyetli ve fesat amcalarıyla yaşamak zorunda olan biçare hayalet... Her bölümde tamamen aynı olan kurguyu sıkılmadan izledik yıllarca, Casper bıkmadan yolda gördüğü herkese gidip “Arkadaş olabilir miyiz?” diye sordu, çoğunlukla reddedildi ama hiç vazgeçmedi. Çocuklukta paylaşım ne kadar azsa arkadaşlık o kadar güçlü oluyordu esasen; çünkü balık hafızalıdır çocukluktaki arkadaşlık; geçen yaz 3 ay oynadığınız çocuğu bu yaz gördüğümüzde nedense hatırlayamazdık ya da daha kötüsü hatırlayıp ‘o geçen yazdı şekerim’ tavrıyla yüzüne bakmayabilirdik. Çocukluk işte, sarhoşluk gibi bir şey... Ancak ergenlikle beraber, arkadaş şimdiye kadar hiç olmadığı kadar elzem bir misyon üstlenir. Değişen duyguların ve bedenin sancılarının paylaşıldığı yegane kişi olur arkadaş; dedikodunun, küsmenin barışmanın, birlikte keşfetmenin hatta bazı bazı iğrençliğin dibine vurulur. Ama çıkılır da geri bu girdaptan, çünkü arkadaşlık bunu gerektirir.

“Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ın iki ergen arkadaşı Recep ve Mehmet ise farklı girdapların içinden de birlikte çıkabileceklerine inandırdıkları için hepimizin gönlünde yer buldular. Gündüzleri kasabada çalışıp, akşamları ahırda film göstermeye çalışan sinemaya sevdalı bu iki gencin, samanlara uzanıp bir gün rejisör olduklarını hayal etmeleri kadardı hayattaki en yoğun an çünkü. Kasabadan köye dönerken tren raylarının üzerinde sallana sallana birbirlerinin sigaralarını yakmaları; birbirlerine ve sadece birbirlerine inanmalarının güzelliğiydi ya arkadaşlık. Ondan biz sevdik onları… Tüm dünyada izlenme rekorları kırmış (laf olsun diye demiyorum hakikaten kırmış) Friends, Seinfield, How I Met Your Mother gibi dizilerin başarısının sırrı da şüphesiz içinde arkadaşlığı, en çok birbirine ihtiyaç duymanın rahatlığını, birbirinden medet umabilmenin güvenini ve kimseyle ulaşılamayan o dürüstlük ve naifliği konu edinmeleriydi.

Sevilen bir arkadaşınla geçirilen vakit, içeriği önem arz etmemekle beraber en tesirli afyondur. Çünkü etrafında yakın arkadaşları olanlar için hayat, birbirleriyle paylaşabilmek adına yaşadıkları detaylardan ibarettir aslında. He bir de bunun yanında ders çalışıp iş kurmaktan, iş batırıp itlik hergeleliğe dadanmaya uzanan çok geniş bir “arkadaşla yapılacaklar skalası” vardır ama çok da lazım değildirler aslında. Yan yana olmasan da, birlikte hayatı paylaşmasan da; hayallerini ve umutlarını paylaşırsın onlarla.

Arkadaşlık emek ve zaman ister. Ama karşılığını da verir çünkü seni en iyi o tanıdığı için, senin için en iyisini de yine o bilir. O yüzden değil mi ki ne zaman duysak biri mahvolup bitmiş, bataklardan batak seçmiş, “Yanında hiç mi bir arkadaşı yokmuş?” diye sormamız… Kafka’yı hayatı boyunca yazmaya teşvik eden, günlük tutmasını sağlayan en yakın arkadaşı Max Brod değil mi? “Ölünce tüm yazdıklarımı yak” demesine rağmen onları yayımlaması, Kafka için (dürüst olalım en çok da bizler için) en iyisini bildiğinden değil miydi?

Hababam Sınıfı’nı yıllarca neden sıkılmadan izledik dersiniz? Edi ile Büdü, Thelma ve Louise, Charlie Chaplin ve Yumurcak ve hatta hatta Kemal Sunal ve eşeği Kadife. Bize en çok arkadaşın kalacağını, en çok onların mutlu edip destek olacağını, hatırlayacağı kadar hatırlanacağını bildiğimiz için olabilir sanki. Ami, amigo, friend, heval, filos; adına ne dersek diyelim, ağlarsa bir tek anamızın ağlayacağını, ikinci olarak da arkadaşımızın imdadımıza koşacağımızı bildiğimiz için, en güzel anılarımızı en büyük sevinçle en çok onlarla yaşadığımız için…