Kimse kimseyi, uykusunda uçağa bindirip başka bir ülkeye konsere götürememeli... Amy, Amy, Amy... Keşke yaşasaydın be kızım

Amy Winehouse’un vücudu dövme içinde. İşin tuhafı bu dövmelerin çoğu bir gemicinin vücuduna yakışır cinsten; hiç de bir genç kızın yaptıracağı cinsten dövmeler gibi gözükmüyorlar. Çıplak kadınlar var mesela bu dövmeler arasında. Ama bu çıplak kadın dövmelerinden birinin üstünde bir yazı var: “Daddy’s Girl” yazıyor sol omzunda. Amy’nin trajedisini tanımlayan tam da bu sözcükler. İğrenç bir çarkın dişlilerine kapılmış, bir küçük kız çocuğu, “babacığının kızı” olarak kalmış, büyüyememiş bir genç kadın.

YARALI RUHLARamy-babaciginin-kizi-83039-1.

Pop dünyasının raf ömrü 27 yıl olan ürünleri var: Janis Joplin, Jimi Hendrix, Jim Morrison ve Kurt Cobain gibi. Ortak özellikleri çok önemli sanatçılar olmaları. Yaralı ruhlar olmaları. Her birinin uyuşturucuya ihtiyaç duyuran acıları olması. Sinir uçları açıkta yaşamaları, kendilerini koruyamamaları. Ve nihayetinde onların etinden, sütünden sonuna kadar yararlanmak için salyaları akarak bekleyen çakalların, müzik şirketlerinin elinde heba olup gitmeleri.

Amy Winehouse bu 27’ler kulübünün son halkası oldu. “Amy”, Asif Kapadia’nın çok başarılı bulunan belgeseli “Senna”dan sonra yaptığı film (erkekler soyadları, kadınlar adlarıyla anılır filmlerde!). Kapadia yine başarılı bir iş çıkarmış, film, kimi zaman daha kısa olabilirdi diye düşündürse de. Winehouse’un hayatı anı filmleri, televizyon klipleri ile görselleşirken, ses bandında da arkadaşlarının, sevgililerinin onunla ilgili görüşlerini dinliyoruz filmde.

Amy, babasının annesinden ayrılmasının travmasını ömür boyu atlatamamış ve bunun farkında olan, şarkı sözlerine Freud’u dahil edecek kadar ruhsal karmaşasına hâkim ama o karmaşayı yaşamaktan kaçınamayan bir genç kız, genç kadın. Zamanının dışında bir müzik zevki var. Amy bir popçu değil, bir caz şarkıcısı olarak yetişiyor. Ella Fitzgerald’lar, Billie Holiday’ler, Tony Bennet’ler onun idolleri.

ACI,ÖFKE,SEVİNÇ...

Fark edilmesi ve zirveye çıkması uzun sürmüyor. Amy, hayatını müzikalleştirebiliyor. Acısını, öfkesini ve sevincini neredeyse dolaysız bir dille şarkılarına aktarabiliyor. Bir yandan seçkin caz dinleyicisine de hitap eden bir caz vokalisti iken, bir yandan da en rock’n’roll hayatı yaşayıp en edepsizce dürüst şarkı sözlerini yazıyordu (Back To Black şöyle başlıyor: Pişmanlığa ayıracak vakti yoktu/s*kini her daim ıslak tuttu).

Ama bu dürüstlük, onun her an düşmesini bekleyen paparazzileri üzerine çekiyor. Londra’nın en rock’n’roll çevresi olan Camden’a taşınması, burada uyuşturucuyla tanışması, kendisi gibi özyıkım eğilimi olan Blake Fielder’la fırtınalı birlikteliği ve babasının fırsatçılığı Amy’yi trajik sonuna hızla yaklaştırıyor.

Filmin belki de en önemli kusuru, neredeyse kusursuz biçimde yetenek öğüten ve 27 yılda tüketen bir çarkı yeterince ifşa etmemesi olabilir. İş çarkta başlamıyor ve bitmiyor tabii ki ama bu nadide yetenekleri korumak için daha fazla bir şey yapılabilmeli... Kimse kimseyi, uykusunda uçağa bindirip başka bir ülkeye konsere götürememeli. Paparazzilere karşı daha sıkı yasalar olmalı. Amy, Amy, Amy... Keşke yaşasaydın be kızım.