Siyasal İslamcı iktidarın milliyetçi bir payanda ile ayakta durduğuna işaret eden Forta, “Demokrasiyi de faşizmi de toplumsal mücadele belirleyecek” diyor.

Anahtar, örgütlü mücadele
Fotoğraf: Depo Photos

Sercan MERİÇ

Pazar günü gerçekleşecek referandum niteliğindeki seçim öncesi SOL Parti PM Üyesi Bülent Forta BirGün TV’ye konuk oldu. Forta, “Krizler fırsat yaratabilir ve demokratik gelişmeleri tetikleyebilir. Statik değildir aynı zamanda krizden faşizm de doğabilir. Toplumsal mücadele belirleyici olacak” dedi.

Anketler yanıldı ama Erdoğan galip gelemedi. Ortaya çıkan tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Anketler eliyle böyle bir beklenti yaratılmasaydı ve yüzde 48-46 gibi Kılıçdaroğlu’nun önde olduğu bugünden çok da uzak olmayan sonuç alınsaydı başka bir şey konuşacaktık. O nedenle sadece rakamlar merkeze alınamaz.

Bu seçim aslında Türkiye’de siyasal İslamcı rejimin yükselişini ve güçlenmesini değil tam tersi gücünün sonuna yaklaşıldığını gösteriyor. Erdoğan ilk defa bir referandum, partisi de ciddi bir oy kaybetti. Sorunlu olan taraf kaybın kendi sağına doğru olması. Erdoğan’ın toplumun büyük bölümünü ikna edemediği görülüyor. Yani Türkiye’yi domine eden siyasal İslamcılık şu anda milliyetçi bir payanda ile ayakta duruyor.

Sistemle ilgili de söylenmesi gereken birkaç şey var. Birincisi katılım oranlarının seksenlere, doksanlara yükselmesi demokrasi diye sunulmaya çalışılıyor. Esasen bu durum AKP iktidarının sokak muhalefetini yasaklayan, sivil toplum örgütlerini baskı altında tutan ve geniş kitlelerin kendini ifade edebileceği tek şeyin seçimler olduğu bir antidemokratik durumdan başka bir şey değil.

Ama en az bunun kadar önemli olan konu, 50+1’lik başkanlık sistemi denen acayip rejimin varlığı. Parti politikalarını ortadan kaldıran sonuç üretti. Birbirine hiç benzemeyenlerin ittifaklarda oportünist bir şekilde bir araya gelmesinin yarattığı siyasetsizlik haline tekabül ediyor.

İkinci tur seçiminin bu garabet üzerinden yükseliyor. Ama buna rağmen garabeti ortadan kaldıracak bir halk iradesiyle tamamlanması gerekir. Çünkü Türkiye bu sistemi daha fazla kaldıramaz. Reel siyaset, faşisti, solcusu, etnik milliyetçisiyle tamamen bir pazarlığa ve en kirli yüzüne tekabül eden bir oyun alanına dönüşmüş durumda. Problemli olan şey bu. Siyaset dediğiniz, farklı toplumsal sınıfların farklı ideolojik bakış açılarının ülkeyi nasıl idare edeceklerine dair bir fikrin deklarasyonudur. Türkiye’nin bu siyasal rejimle kendi krizini aşması, özgür ve demokratik bir ülke olması imkansız görünüyor. Mevcut şey kendi karşıtını üretmek durumunda. Yoksa bu krizin içinden çıkış görünmüyor. O yüzden referanduma dönüşen ikinci tur hala çok önemli.

Meclis aritmetiği ortada. Cumhurbaşkanlığı tercihi ne kadar belirleyici olacak?

Bu seçimi Erdoğan kazanırsa onun için Pirus zaferi olacağını söyleyebilmek mümkün. Kazansa da kaybedeceği şeylerin çok olduğu bir durumu ifade ediyor. Bunun farklı nedenleri var.

Birincisi Meclis’in bu karmaşık yapısı ve siyasal kararların tamamen Meclis dışı hayat olarak sunulması. Her şey Saray’a bağlanacak ve ondan sorulacak.

İkincisi muazzam bir ekonomik krizin bütün göstergeleri var. Seçim nedeniyle baskılanan bir kriz durumu bu. Dolayısıyla bundan sonra iktidara gelecek olanın işi çok zor. Ama Erdoğan’ın çok daha zor.

Siyasal İslamcılığın yükselişinin artık son noktası olduğu kanısındayım. Ve siyasal İslamcılık bir anlamda kendi kendini imha ediyor. AKP’nin oy kaybı da bunu gösteriyor. Bir karizmatik lider olarak sunulan Erdoğan’ın geldiği nokta de belli. Siyasal İslamcı bir rejim ancak milliyetçilikle ayakta durabiliyor. Bu Milli Görüş’ten beri gelen kendi özgün argümanlarının doğrudan milliyetçi argümanlara dönüşmesi demektir. Kürtler karşısındaki, Batı karşısındaki tutumu falan bütün bunların çok net olarak ortaya çıktığı bir durum yaratıyor. İdeolojisinden arınmış bir siyasal İslamcılık görüyoruz. Dinin politikada kullanılması dışında ellerinde kalan tek şey milliyetçiliğin politikada kullanılması.

O nedenle krizler her zaman demokrasi üretmez dedi. Ekonomik ve sosyal kriz devam ederse siyasal İslamcılığın bir şekilde faşist milliyetçi bir rejime dönüşme ihtimalinin güçlenmesi asıl tehlike haline gelebilir. Dolayısıyla muhalefetin yığınağı biraz buraya doğru yapması gerektiği kanısındayım.

Bir de şunun altını çizmek lazım. Bu seçim sadece Türkiye’nin seçimi değil. Bu seçim Putin’in de Biden’in de seçimi. Türkiye’nin bu dış politika macerası ve iç ekonomik krizinin ben bu referandumu kim kazanırsa kazansın Türkiye’deki politik ve siyasal çatışmayı sakinleştirebileceği kanısında değilim.

SİYASAL İFADESİ YOK

Çizdiğiniz tablo parlak değil. Çıkış için hangi adımlar atılmalı?

En son yaşadığımız deprem felaketi de gösterdi ki bugünkü mevcut iktidar her koşul ve şartta Türkiye’yi bölüyor. İnsanları kutuplaştırıyor. Bir başka şeyi de gösterdi. O da bu ülkenin tek birleştirici gücü devrimcilerdir.

Buradan da solun açmazlarına gelelim. En büyük problemi bir kitlesel örgütlenme, bir kitlesel taban yaratma konusu. Üzerinde çok fazla baskı olması ideolojik olarak geçmişten devralınan yanlış rekabet zeminlerinin aşılamamış olması bugüne kadar böyle bir gelişmeye izin vermedi.

Solun şu anda yapması gereken şey toplumsal taleplerin üstlenicisi olmak. Toplumsal talepler şu anda Türkiye’de boşlukta duruyor. Örneğin bir yoksullaşmayı ortadan kaldırma talebi sadece ve sadece halka patates, soğan ne kadar pahalı üzerinden anlatılıyor. Zaten bunu halk yaşıyor. Çözümü ifade eden bir şey ortaya konması gerekiyor. Kadınların, gençlerin talepleri boşlukta. Bunları ancak kendi iç dinamikleriyle dile getirebiliyorlar. Siyasal bir ifadesi yok. Barış talebi bile şu anda Türkiye’de çok gerilerde kalmış durumda.

Dolayısıyla bugünkü siyaset zemini ve siyasetin yapılış şekli halktan kopmuş bir siyaset yapılış şekli. Salı toplantılarında atılan nutuklar, laf çakmalar, vaat vermeler falan.

Türkiye’nin bir çıkış yolunu gösterebilecek olan tek birikim sol, ilerici, demokratik kesimlerde. Dolayısıyla bunların toplumsal mücadele pratikleriyle toplumun kendilerini örgütleyebilecek bir yönelime girmeleri gerekiyor. Sadece medyada konuşarak yapılabilecek bir şey değil bu. Sosyal medyayı iyi örgütleyerek de yapılamaz. Şu anda solun bu yeni dönemdeki en temel görevi toplumsal gücünü, toplumsal tabanını geliştirmek ve ancak ve ancak bu ülkede bir çıkış yolunun emekçi halkların taleplerini ifade eden bir çıkış yolu olabileceğini ortaya koymak.

Bülent Forta

Kriz dönemleri bir fırsat yaratabilir. Ama otomatik bir süreç değildir. Krizden demokrasi de faşizm de doğabilir. Bunu belirleyecek olan toplumsal mücadeledir.

Bir şey daha eklemek isterim. Seçimleri Erdoğan alsa bile her şey bitti mahvolduk diye bir şey yok. Türkiye’de şu andan çok daha farklı olmayacak. Çok net olarak bu kadar ellerinde büyük imkanlar olan bir iktidar sonuç olarak hala toplumun yüzde elliden fazlasını ikna edememiş. Bu aynı zamanda geleceğe bakışta bir umut ortaya koyuyor. Bu mücadele devam edecek. Türkiye sonuç olarak bu gerici güruha teslim olmayacak bir tarihsel birikime de sahip bir ülke.

YENİDEN TARTIŞILMALI

Bahsettiğiniz eksikleri solun aşma kapasitesi var mı?

Aşması gerekiyor. Seçimlerde ittifakların içindeki çatışmalar, onların içerisindeki birbirlerini suçlama hallerine bakınca şunu söylemeliyiz ki bir mücadele zemininde gerçek ittifaklara ihtiyacımız var. Dolayısıyla kopuşlar yaratan, biri birlerini ittiren şeyler karşısında bence sağduyulu davranmak lazım. Özellikle bize çok büyük bir görev düşüyor. Bu ittifak zemininin sağlıklı bir zeminde kurulabilmesi için bir sorumluluk almamız gerekiyor.

Aslında birleşmek de tekrardan ittifaklarda buluşmak da güç birliği yapmak da çok da zor gözükmüyor. Dört gün sonra Türkiye’nin kaderini belirleyecek bir seçim var. Ama o seçimden ne sonuç çıkarsa çıksın Türkiye’de gerçekten bu krizin bir faşist milliyetçi şekilde çözülmesi doğrultusundaki bir şey karşısında demokrasi güçlerinin, sol güçlerin kendilerini güçlü bir şekilde ifade edebilecekleri bir zemin oluşturulmak zorunda. Şu anda fiili olarak ikinci tura odaklanmış vaziyette. Daha sonra tabii herkes kendi durumunu, değerlendirmesini, öz eleştirisini, beraber mücadele zeminlerini yeniden tartışmak ve kurmak zorunda.

28 Mayıs’a giderken Özdağ ve Oğan’ın durumuna bakarak nasıl bir tablo öngörebiliriz?

Türkiye’ye özgü bir şey değil. Sığınmacı karşıtlığına yönelik politika ABD ve Avrupa dahil birçok bölgede bu tür faşizan hareketlerin palazlanması için bir zemin yaratıyor. Türkiye’de Suriye sorunu o kadar acayip şekilde yaşanıyor ki yanımızda bildiğimiz insanlarda bile bir Suriyeli karşıtlığı var. Tüm kötülükler kimliklerden geliyormuş gibi, bizim etnik kimliğimize sahip olanlar pürü pakmış gibi kışkırtıcı şeyler söyleniyor. Dolayısıyla bu toplumun bir kesiminde bu konuda kök salan giderek bir tepkiye dönüşen faşist bir birikim var. Bu dünyada böyle oldu zaten. Le Pen’inden Almanya’daki Neonazilere kadar bu da mevcut neoliberal krizin sonucu göç denen problemin yarattığı ideolojik kümelenmeler bunlar. Oğan etrafında toplanmış oyu analiz edecek olursanız Suriye’deki sığınmacılara karşı bir kısmı Kılıçdaroğlu ekibinin bunu beceremeyeceğine dair bir tepkiyi görürüsünüz. Bir kısmı Muharrem İnce’nin çekilmesi nedeniyle verilen oylar. Birkaç kişi tarafından mobilize edilebilecek oylar da değil. Oğan öbür tarafa gitti diye gidecek anlamına gelmez. Bu kesime oy veren insanların çok büyük bir bölümünün Suriyeli sığınmacı problemini AKP’nin bir günahı olarak kurguladığı unutulmamalı. Dolayısıyla bu oy davranışına ne kadar yansır belli olmaz. Ama ikinci turda ne olacak derseniz oy oranları sandığa katılım artarsa ben AKP’nin maksimum oyuna ulaştığını düşünüyorum. Artmaz düşerse Tayyip Erdoğan’ın şansı çok yüksek, ama katılımlar yüzde 90’ların üzerine yükselirse bu sefer bu turda bir sürpriz olarak görülebilecek bir sonucun çıkması da pekala mümkün.

Türkiye’de tabii sandık güvenliği çok önemli bir konu. 192 bin sandık var Türkiye’de. Her birinden on oy oynasa iki aday aradaki fark kadar rakam ortaya çıkar. Sandığı koruma iradesi de muhalefetin gücünü belirtir. Dolayısıyla burada sandık güvenliğini sağlama konusunda güçlerinin bir ortak dayanışması da sonucun şöyle ya da böyle şekilleneceği konusunda etkili bir rol oynayacak. Bu sefer herhalde o sağlanacak.

Erdoğan Kürt meselesi üzerinden terör ve güvenlik kozunu kullandı. Öte yandan Yeşil Sol Parti’de oy düşüşü var. Bu fotoğrafı nasıl değerlendiriyorsunuz?

HDP konusuyla ilgili birkaç şey söyleyeyim. HDP’nin maksimuma ulaştığı nokta yüzde 13 civarında bir oydu. Daha sonra büyük bir baskıyla bu yüzde 11’lere geriledi. Açık konuşmak gerekirse kadrolarına karşı bu kadar geniş bir müdahalenin olduğu hiçbir siyasal parti ayakta kalamazdı. Yani dolayısıyla bir eleştiri yapacaksak da Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek durumundayız.

Oyların gerileyeceği çok belliydi. Farklı ifade etseler de yüzde 13 oy, karizmatik bir lider olan Demirtaş dönemiydi. Şimdiki HDP liderliği için çok öyle bir performans söyleyebilmek mümkün değil. Üstüne bir de HDP’ye barajın aşılması için oy veren yaklaşık yüzde 3-5 eşliğinde bir HDP’li olmayan kitle vardı. Bu belli oranlarda ayrıştı. Bir kısmı TİP’e bir kısmı başka yerlere gitti. Ama şu anda çok net olarak söylemek mümkün ki hala Türkiye’de Kürt sorunu demokratikleşmenin en önemli sorunlarından bir tanesi. Bir demokratik çıkış programı olacaksa bunu sahiplenmeyen bir şeyin gidebileceği bir yer yok. Bunu bir çözüm süreci olarak yaşadık. Onlar çok farklı değerlendirilmeli. Seçim sürecinin esas ana ekseni o değildi. Sadece bir terörle mücadele çizgisi üzerinden yürütülen bir kara propaganda yaşanmadı. Aynı zamanda etnik milliyetçiliği de arkasına alınan bir rüzgar olarak gündeme geldi. Halbuki AKP çok kez Kandil’le görüşmüş bir parti. Üzerine Çözüm süreci diye bir şey yaşanmıştı.

Buradaki ana kilit Türkiye’nin temel meselelerinin kimlikler üzerinden değil de doğrudan doğruya bir sınıf zemininde ifade edilebilecek bir sol gücün olmaması. Tabii ki kimliklerin özgürce kendini ifade etme mesela önemli. Ama Türkiye’de sadece politikanın bu alana sıkıştırılması çok temel problemlerinin ıskalanması manasına geliyor. 

Son olarak şunu sorayım. 1970’lerdeki MC koalisyonları ve bugünkü milliyetçi blok arasında benzerlikler, farklılıklar nedir?

1970’li yıllar çok güçlü bir sol yükselişin olduğu dönemde bir savunma çizgisiydi. Dolayısıyla milliyetçi cephe iktidarları kurulsa bile çok kısa bir zamanda toplumsal dalga onları oradan aşağı doğru çekiyordu. Aktörler ve faktörler aynı olabilir ama ideolojisi yükselen solun önü nasıl kesilir üzerinden bir şeydi. Ayrıca şunu söylemek lazım. O yıllara baktığınız zaman dönemin iki marjinal partisi bugün Türkiye’yi yönetiyor. O zaman AKP'nin ataları olan Milli Selamet Partisi yüzde 3-5, MHP yüzde 2 civarında bir partiydi. Ama solun ezilmesi, 12 Eylül'ün yarattığı tahribat, dünyada sosyalizmin çöküşü falan gibi faktörler ve aynı zamanda bir dünya krizi iki marjinal partiyi Türkiye'nin 21 yıldır idarecisi bir parti haline dönüştürdü. Bunun tohumları tabii 12 Eylül dönemindeki Türk İslam senteziyle atılmıştı zaten. Ve devletin soğuk savaşın bitmesiyle, dönüşememesinin, Kürt savaşıyla beraber tekrardan kendini restore etmesinin sonuçları aslında yani solun ve muhalefetin bir zeminde gelişememesinin nedenleri oldu. Tarihsel meselelerimiz aslında hala aynı sorunun cevabı. Türkiye'de güçlü yükselen bir sol olsa bugün milliyetçi cephe yapılmaya bile kalkılsın bertaraf edebilmek mümkün. Ama Türkiye'de güçlü bir sol olmadığı zaman sağından medet uman bir sol olduğu zaman sonuç sağcıların sola bulanmış bir sağ muhalefetle karşı kalması gibi bir durum. Türkiye'nin bugünkü en büyük açmazı bence.