Anayasa yalnızca, Cumhurbaşkanı’nın ikinci dönemini tamamlamasına engel olan TBMM kararının doğuracağı böyle bir sonuca karşı “istisna” niteliği taşıyan bu kuraldan yararlanmasına olanak vermiştir.

Anayasa’ya karşı hile yaparak beş yıl Türkiye yönetilemez
Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı adaylık başvurusunu AKP ve MHP heyeti birlikte yaptı. (Fotoğraf: DepoPhotos)

Prof. Dr. Mesut Gülmez

Söylem ve eylem olarak hukuksuzluklarla dolu bir dönemin sonlanmasının ilk adımı, anayasal ilkelere uygun olarak yapılması gereken seçimlerdir kuşkusuz.

Yasama ve yürütme organlarının beş yıllık yeni görev dönemleri, anayasal bir hukuksuzlukla başlamamalıdır. Seçimlere, 10 Mart kararından itibaren sürecin tüm aşamalarında, hiçbir hukuksal gölge düşürülmemelidir. Bunun için “politik” gerekçelere sığınılmamalıdır. Sürecin hukuksuz bir adımla başlaması, yeni dönemde yapılacak tüm hukuksal düzenlemeleri tartışma konusu yapacaktır.

Hukuksuzluklara tanık olunmayan bir kurum kaldığını söylemek olanaksızdır ne yazık ki! Yerleşik ve yaygın bir uygulamaya döndürülmüştür hukuksuzluk. Birbirinden daha fahiş, daha ağır, daha yaralayıcı ve üzücü örnekler, kanıksanmışçasına bir anlayış ve duyguyla karşılanır olmuştur. Önü alınamamıştır. Durdurulamamıştır. Yargı sisteminin, ne yazık ki çoğu kez, bunun aracı işlevi görmesi ise, beterin beteridir. Ne Anayasa’dan başlayıp yönetmeliklere değin inen hukuksuzlukların arkası kesilmiştir. Ne de, onaylanmış insan hakları sözleşmeleri ve bu sözleşmelere dayalı uluslararası denetim organlarının, özellikle de İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin ulusalüstü kararları önleyebilmiştir, direnerek sürdürülen hukuksuzlukları.

Bu nedenle, Anayasa’da düzenlenen ve güvenceye alınan ulusal ve ulusalüstü boyutlarıyla, sürecin tüm aşamalarında hukukun üstünlüğünün eksiksiz sağlanması, gelecek beş yıllık dönemin onsuz olmaz koşuludur. Olağan süresinden yalnızca bir ay ve 4 gün için öne alınan 14 Mayıs 2023 seçimleri, bu yönden de tarihsel önem taşır.

Yerleşiklik kazandırılmış ve olağanlaştırılmış hukuksuzluk olgusuna karşın, beş yıllık dönemin ilk adımı, tek imzalı bir kararla atılmıştır. Canlı yayında açıklanırken kullanılan “mükerrer” sözcüğünden çok kısa bir süre sonra yayınlanarak yürürlüğe giren 10 Mart 2023 tarihli Cumhurbaşkanı kararı şöyledir:

“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 116 ncı maddesi uyarınca Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin yenilenmesine karar verilmiştir.”

“Cumhurbaşkanı Kararı”, “sözel” olarak Anayasa’ya uygundur. Ancak Anayasa’nın, TBMM ve Cumhurbaşkanı seçimlerinin “yenilenmesi” konusunu düzenleyen 116. maddesinin ilk iki fıkrasına göre:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi, üye tamsayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilir. Bu halde Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır.

Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır.”

Böylece Anayasa, her iki seçimin “yenilenmesi” kararının alınmasında, hem TBMM’ye, hem de Cumhurbaşkanı’na yetki tanımıştır. Aradaki iki farktan birincisi, TBMM kararı için, yetersayı koşulunun getirilmiş, geçerliliğinin “üye tam sayısının beşte üç çoğunluğu”na bağlanmış olmasıdır. Cumhurbaşkanı kararı içinse, doğal olarak bir koşul yoktur. “Yenileme” için, tek imza yeterlidir. İkinci fark ise, seçimlerin yenilenmesi kararının kaynağıyla ve Cumhurbaşkanı’nın “Anayasa’ya karşı hile” oluşturabilecek “bir defa daha”, yani üçüncü kez adaylığı sorunuyla ilgilidir.

Yenilenme kararını TBMM’nin yada Cumhurbaşkanı’nın aldığı her iki durumda, seçimlerin “beş yılda bir aynı günde” ve “birlikte” yapılması anayasal bir zorunluluktur (m. 77 ve 106).

Cumhurbaşkanlığı seçimi açısından olası anayasal hukuksuzluk, seçim sürecinin 10 Mart kararından sonraki “adaylık” aşamasına ilişkindir.

Ama önce, “seçimlerin yenilenmesi” kavramı konusunda bir anımsatma ve saptama yapmak gerekiyor: “Seçimlerin yenilenmesi”, Anayasa’nın 106. maddesinde ve özellikle 116. maddesinin hem başlığında ve hem de metninde kullanılan “anayasal bir kavram”dır. “Yenileme”, 1961 ve 1982 Anayasalarında da olan yerleşik bir kavramdır.

“Yenilenme”nin anlamı konusunda ise, Anayasa’nın öngördüğü “olağan” seçim ve seçilme sürelerine bakmak yeterlidir. Yasama ve yürütme organları için “seçim dönemi” konusunu düzenleyen 77. maddeye göre, her iki seçim, “beş yılda bir aynı günde yapılır.” Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin beş yıl olduğu, 101. maddede öngörülmüştür. “Yenilenme” yoluyla yapılan seçimler sonucunda “seçilen Meclis ve Cumhurbaşkanının görev sürelerinin beş yıl” olduğu, 116. maddede de yinelenmiştir.

Bu kurallar çerçevesinde “yenilenme” kavramının anlamı, “her iki seçimin beş yıllık olağan sürenin dolmasından önce yapılmasına gereksinme görülen yeni seçimler” olmasıdır. Anayasa bu konuda, karar alma yetkisi tanıdığı TBMM’den ve Cumhurbaşkanı’ndan “yenilenme gerekçesi” göstermelerini istemiş değildir. Ama gösterilmesine de bir engel yoktur.

Anayasa’da, bu güncel durum ve sorunla ilgisi bulunmayan bir düzenleme de vardır: Madde 78, yalnızca TBMM’ye, sanırım olağanüstü bir durum olarak değerlendirildiğinden, “savaş nedeniyle” olağan süresi içinde “yeni seçimlerin yapılmasına imkan görülmezse”, seçimleri “geri bırakma” kararı verebilme yetkisi tanımıştır. Kanımca doğru ve uygun bir kavram olmayan “geri bırakma”dan amaç, 2. fıkradan da anlaşıldığı gibi “erteleme”dir. Ancak Anayasa, bunun için de bir yıllık üst sınır koymuştur.

Yerleşik anayasal kavram kullanılarak ve 116. maddeye dayanarak Cumhurbaşkanı’nca alınıp Resmi Gazete’de yayınlanan seçimlerin “yenilenmesi” kararında, herhangi bir gerekçe gösterilmiş değildir. Ancak, kararın açıklanmasında, anayasal kavram olan “yenilenme” yerine “güncelleme” sözcüğü kullanılmıştır. “Güncelleme” sözcüğüne duyulan gereksinme de, “üniversite sınav takvimi”, “hac farizası”, “ilk ve orta okulların tatile girmesi” gibi gerekçelerle temellendirilmeye çalışılmıştır (10.03.2023, https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/144171/-14-mayis-2023-tarihinde-milletimiz-cumhurbaskanini-ve-milletvekillerini-secmek-uzere-sandik-basina-gidecektir-).

Oysa Cumhurbaşkanı’na, “seçim tarihini güncelleme” gibi bir yetki tanınmış değildir. Güncelleme, anayasal “yenileme” kavramı yerine de kullanılamaz. Kararda da kullanılmış değildir ve doğrudur. Kullanılmış olsaydı bile, alınan karar “seçimlerin yenilenmesi” olduğu gerçeğini değiştiremezdi.

Ama, hukuksal olmadığı gibi, inandırıcı da değildir bu gerekçeler.

Nasıl olsun ki?

Cumhurbaşkanı’nın ikinci dönemini tamamlamasına, yalnızca 100 gün kalmıştır! “Yenileme” kararının “güncelleme” denilerek açıklanmayan gerçek nedeni bellidir ve herkesçe bilinmektedir. Bu yola başvurulmasının yarattığı ilk izlenim, “Anayasa’ya karşı hile” arayışı içinde olunmasıdır.

Bunun için önce, 10 Mart kararını “Cumhurbaşkanı” olarak imzalayan Recep Tayyip Erdoğan’ın adının, Cumhurbaşkanlığı web sayfasındaki “Cumhurbaşkanlarımız” listesinde –ilk dönem için bile– yer almadığını (!) belirtmek isterim (https://tccb.gov.tr/cumhurbaskanlarimiz/).

Oysa “ilk defa” olarak, kazandığı 10 Ağustos 2014 halk oylaması üzerine, 28 Ağustos 2014 tarihinde Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenmişti. Ardından da, “ikinci defa” olarak 24 Haziran 2018’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanmıştı. Başladığı beş yıllık ikinci dönemini sürdürmekteyken aldığı seçimlerin yenilenmesi kararının tarihi, yani 10 Mart itibarıyla, bu dönemini tamamlamasına 100 gün kalmıştı.

Anayasa madde 101/2’de, seçim sürecinin 10 Mart kararını izleyecek Cumhurbaşkanı adaylarının belirlenmesiyle ilgili aşamasında, işlemlerin hukuksallığı sorunu konusunda göz ardı edilmemesi gereken bir “pozitif” kural vardır ve şöyledir: “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir.

Bu kural gereği, “iki defa Cumhurbaşkanı seçilmiş olmak” da, Anayasa’nın öngördüğü “yaş”, “diploma” ve “milletvekili seçilme yeterliliği” koşulları gibi aranması zorunlu bir koşuldur. Bunu yapacak olan da, yapması gereken de, Anayasa uyarınca Yüksek Seçim Kurulu’dur elbette.

Bilmeyen yoktur ki Cumhurbaşkanı’nın “iki defadan fazla” seçilmesini yasaklayan bu kuralın “bir kimse” dediği öznesi, belirsiz bir kişi değil, 10 Mart kararını imzalayan ve imzaladığı tarihte adaylığı resmileşmemiş olsa da Cumhurbaşkanı’dır.

10 Mart kararı üzerine ortaya çıkan durumda, Cumhurbaşkanı seçiminin yenilenmesinde titizlikle uyulması ve uygulanması gereken tek anayasal kural vardır. O da, ikinci döneminde ve son üç ayı içinde bulunan bir Cumhurbaşkanı için yalnızca “bir defa daha”, yani üçüncü ve son kez aday olma olanağı sağlayan 116. maddenin aşağıdaki 3. fıkrasıdır: “Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.”

Oysa 10 Mart’ta, seçimlerin yenilenmesi kararını TBMM değil, Cumhurbaşkanı almıştır.

TBMM, Cumhurbaşkanı’nın ikinci dönemdeki olağan beş yıllık süresini tamamlamasına engel olmak istememiştir ve olmamıştır. Çünkü Anayasa yalnızca, Cumhurbaşkanı’nın ikinci dönemini tamamlamasına engel olan TBMM kararının doğuracağı böyle bir sonuca karşı “istisna” niteliği taşıyan bu kuraldan yararlanmasına olanak vermiştir.

Açıktır ki, 10 Mart kararını “yenileme” değil “güncelleme” olarak tanımlayıp dayanaksız gerekçeler ileri sürmenin gerçek nedeni, “bir defa daha”, yani üçüncü kez Cumhurbaşkanı adayı olabilmektir.

Oysa Anayasa, ancak ve yalnız TBMM’nin aldığı seçimlerin yenilenmesi kararı üzerine Cumhurbaşkanı’nın bu “istisnai” anayasal olanaktan yararlanmasını öngörmüştür.

Bunu bilmediği düşünülemeyecek Cumhurbaşkanı ise, aslında “kendi adaylığı için” 116. maddeye dayanarak aldığı 10 Mart kararıyla, TBMM üyelerini de kapsaması zorunlu olan yenilenen seçimlerde “bir defa daha aday olabilme” yolunu, Anayasa’ya karşın açmak istemiştir!

Bunun adı, önce “fiili” olarak ve sonra “Grup kararıyla” açıklanan “Cumhurbaşkanlığı adaylığı”nın resmileştirilmesi durumunda, başvurulan “Anayasa’ya karşı hile” yolunun gerçekleşmiş olmasıdır. Çünkü bu durum, Anayasa’nın ancak ve yalnız TBMM kararıyla yenilenen seçimler için tanıdığı bir olanaktan yararlanma anlamı taşımaktadır. Cumhurbaşkanı, Anayasa’nın yasakladığı bir sonuca Anayasa’nın öngördüğü ama kendi durumundaki “iki defa Cumhurbaşkanı seçilmiş” bir kimseyi kapsamayan başka bir yoldan, yani ikinci dönemini tamamlamasına 100 gün kala ve sonuç olarak, “kendisinin kendisi için” aldığı seçimlerin yenilenmesi kararıyla ulaşmaya çalışmaktadır.

Anayasa’ya karşı hile oluşturan bu hukuksuz durum, her şeyden önce, seçimleri en başta Anayasa kurallarını kapsayan bir hukuksal “düzen içinde yönetme” (m. 79/2) yükümlülüğüyle bağdaşmaz. “Yüksek Seçim Kurulu’nun, “... seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikâyet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama” yetkisinin bulunması ve “kararları aleyhine başka bir mercie başvurulama(ması)” da, bu “fahiş” hukuksuzluk olgusunu ortadan kaldırmaz.

Anayasa’nın, aynı kişinin “iki defadan fazla aday olmasını” kesin bir dille yasaklamış ve buna, özü gereği asla genişletilerek uygulanmaması gereken, koşullarını açıkça belirlediği ve sınırlandırdığı bir “istisna” kuralı koymuş olmasına karşın, “bir defa daha”, yani üçüncü kez aday olabilme olanağı, “sistem değişikliği” gibi temelsiz gerekçelerle de savunulamaz. Anayasa, bu olanaktan yararlanma konusunda, yenilenme kararı vermeye yetkili olanlar yönünden ayrım gözetmiş ve sınırlandırıcı bir istisna kuralı koymuştur. Anayasal pozitif hukuk, açık seçik ortadadır, yürürlüktedir.

“Yasama yetkisi”ni kullanacak TBMM üyelerinin de belirleneceği 14 Mayıs 2023 seçimlerinde, “yürütme yetkisi ve görevi”ni “Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullan(ması) ve yerine getir(mesi)” gereken Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’ya aykırı olarak belirlenmesi, hukuk dışı “politik” gerekçelerle görmezlikten gelinemez.

Bu hukuksuzlukla başlatılacak beş yıllık yeni dönemde yapılacak hukuksal düzenlemelerin tartışılmasına fırsat verilmemelidir. Anayasa başta olmak üzere gerek iç hukuk ve gerekse Anayasa’nın, çatışma durumunda ulusal hukuk kurallarından önce, doğrudan ve kendiliğinden uygulanmasını öngördüğü onaylanmış uluslararası insan hakları sözleşmeleri temelinde egemen olması gereken hukukun üstünlüğü ilkesine kalıcı bir gölge düşürülmemelidir.