Netflix her akşam çocuğuna hikâyeler uyduran anne babalara benziyor, çocuk benzer, hatta aynı hikâyeleri dinlemekten bıkmıyor, anne babalarsa anlatmaktan. Bu anlamda bu ve bunun gibi platformlar ciddi anlatı makinelerine dönüşmüş durumda.

Anlatı makineleri

MURAT TIRPAN

Sansür meselesi tartışılmaya devam ederken biz kaldığım yerden devam ederek online platformların mantığına dair bir iki kelam daha edelim. Bu hafta size akış kavramından söz etmeye niyetliyim, Netflix gibi platformların hâlihazırda zaten bir akış mantığına sahip olduğunu, yakın gelecekte de tıpkı sosyal ağlar gibi daha yoğun bir hikâye akışı ile karşılaşacağımızı düşünüyorum. Bunu biraz açmak gerek.

Son zamanlarda batı medyasında Netflix’in kullanıcıların içeriği daha kolay görebilecekleri bir akış çalışması yapmakta olduğuyla ilgili haberlere rastladık. Akışın en temel özelliği içindekilerin sürekli olarak yitip gitmesi, hareketli olmasıdır. Eski Yunan’da ‘pantha rhei’ derlerdi, yani ‘her şey akar’. Yakın zamanda Baudrillard her şeyin kaygan, değişken olduğu bir çağda yaşadığımızı söylemiş, onu takip eden Baumann ise “Akışkan modernite” kavramını ortaya atmıştı. Görüntü egemen bir toplumda yaşadığımızdan başta görüntülerin ve onlara bağlı anlamların sürekli aktığı, kayganlaştığı bir dönemde yaşadığımız ortada. Bunu en çok saatlerimizi harcadığımız, bir şekilde orada da yaşadığımız sosyal medyadan biliyoruz. İçerik sürekli akıyor. Hepimiz sosyal medyanın akışına meyletmiş halde yaşıyoruz. Dolayısıyla en temel derdimiz hiçbir şey kaçırmamak ve akışı yakalayabilmek. Şimdi ise online içerik platformları sayesinde hikâyelerin büyük bir hızla akmaya başladığına tanık oluyoruz.

Okuyucu bu sava, bir online platformdaki içeriklerin hep orada durduğunu söyleyerek cevap verebilir. Ne de olsa Netflix gibi platformlar klasik televizyona karşı istediğini istediğin zaman izleyebileceğin, yani verilerin senin avucunda olduğu bir mantıkla çıkmıştı. Tıpkı sosyal medyada olduğu gibi hala da öyle, birilerinin paylaştığı fotoğraflar orada duruyor, ya da Netflix’in ürettiği içerikler de orada, en kötü bir arama kutusuna isim yazmaya bakıyor. Ancak özellikle Snapchat gibi uygulamaların ortaya çıkmasından sonra akışın önemi arttı. Sonra mesela Instagram story (hikâye) mantığına geçti, gördünüz gördünüz yoksa içerik yok oluyordu. Verilerin kaybolmaması da aslında artık önemli değil, biz daha çok zamanında onlara ulaşamamaktan korkar olduk! Örneğin popüler bir diziyi herkesin izlediği zamanda izlememiş olmak büyük bir kayıp, geriye dönmek çok zor çünkü akış devam ediyor ve yeni içeriklere boğuluyoruz. ‘Sen şunu izledin mi?’ sorusuna olumlu cevap veremediğimizde akışı kaçırmış oluyoruz, dönmek çok zor çünkü sürekli yeni içerikle karşı karşıyayız. Netflix’in arayüzünde de bir akış mantığına geçmek istemesi zaten bunun bir göstergesi, platformlar yeni çıkan şeyleri kaçırmamanızı, akışı sürekli takip etmenizi istiyorlar. Böylece sürekli orada kalmanız garantileniyor.
Akışın sürebilmesi için elbette içeriğe gerek var, bu içeriği üretmek de pahalı olduğuna göre sürekli aynı içeriğin farklı versiyonlarıyla karşılaşmamız da şaşırtıcı değil. Niteliğin de düşmesi normal. Platformlar aynı dizinin bitmek bilmeyen sezonları ya da aynı tornadan çıkmış ‘yeni gibi görünen’ filmlerle dolu. Netflix her akşam çocuğuna hikâyeler uyduran anne babalara benziyor, çocuk benzer, hatta aynı hikâyeleri dinlemekten bıkmıyor, anne babalarsa anlatmaktan. Bu anlamda bu ve bunun gibi platformlar ciddi anlatı makinelerine dönüşmüş durumda.

İlkel toplumlarda hikâye anlatıcılarının çevresinde toplanan insanlar ciddi bir ritüel gerçekleştirirlerdi. Hikâye anlatmak ve dinlemek ciddi (ve elbette eğlenceli) bir işti. Sinema tüm endüstrileşmesine rağmen bir modern mitoloji olarak hala buna benziyor, ama internet değil. (Burada Mubi gibi klasik filmleri evimize getiren platformları ayıralım) Günümüzde internetteki endüstriyel anlatı makinelerinden çıkan sonsuz içeriği tüketmeye çalışmak (hiçbir ritüeli olmayan) sürekli fast-food tüketmeye benziyor. Tatmin oluyor ama sonra çabucak yeniden arzuluyoruz. Burada bir not düşelim elbette zaman zaman kaliteli içerik üretmek zorundasınız, Netflix’in son zamanlarda festivallerde ödül peşinde koşmasının gösterdiği gibi platformun aslında kaliteli olduğunu, saygın olduğunu gösteren unsurlar onlar.

Ralph Reyes artık bir klasik olarak kabul edilen, daha 2004 yılında yayınladığı Hakikat Sonrası Çağ adlı kitabında (Delidolu Yay, 2017) bunu öngörmüştü. Şöyle yazıyordu Reyes, “Yaygın medya çağında, yaşamı repliklerle, arka planlarla ve çözüme bağlanan sonlarla devam eden bir dram olarak algılamamak zor. Tüm iletişim araçlarından sürekli akan iyi kurgulanmış bir dramın tüketicileri olarak, hepimiz hayat hikâyemizi anlatı akışına uydurma baskısı hissediyoruz” Bu anlatıların akışı hayatımızı ele geçirmek üzere; diziler, filmler, onların karakterleri ve finalleri hakkında konuşuyoruz sürekli. Hatta bu konuda yan endüstriler bile oluşmuş durumda, Youtube özellikle üzerinden tüm bu online platformların içeriklerini tartışan, çoğunlukla da trivia dediğimiz gerekli/gereksiz enformasyonların sayıp döküldüğü yeni içerikler akıyor. Yorumcular hikâyeleri eleştiriyor, fan teorileri ortaya atıyor, yeni sonlar öngörüyor. İzleyici hikâyeleri izlemekle kalmıyor hikâyelerin üzerine yapılmış içerikleri de tüketiyor. İşte devletimizin yakalayabileceğini, durdurabileceğini sandığı akış bu! Bir zamanlar Brecht diye bir yazar klasik anlatının bizleri uyuttuğunu vurgulamış, Marx’tan ilhamla ‘hikâye afyondur’ demişti, şimdilerde sadece hikâyelerin alt metinleriyle, ideolojileriyle değil bizatihi akışın kendisiyle de uyuşturuluyoruz.