Annem, kovboylar ve sarhoş atlar

POLAT ÖZLÜOĞLU

Tren yolunun bir tarafında çöle benzer turuncu bir boşluk uzanıyordu. Sanki sonsuzluğa doğru kaybolan pürüzsüz kadife bir elbiseyi üzerinden henüz sıyırmış yuvarlak hatları dolgun bir kadını andıran kumdan tepeler vardı. Rayların diğer tarafındaysa dikenli çalılıklarla kaplı engebeli, delik deşik, yamru yumru ihtiyar bir yüz babamın yüzü. Ben tam ortadaydım, rayların üzerinde, bir ileri bir geri zıplayıp duruyordum. Ayaklarım çıplaktı. Raylar hala gecenin ayazını taşıyorlardı sırtlarında ve artık hiç geçmeyen hayalet trenlerin isli gölgesini ve sarhoş atların nal seslerini.

Kaç yaşındaydım? On iki ya da on dört. Babamın karavanı ıssız tren raylarının hemen kıyısındaydı. Hava henüz aydınlanıyordu. Gökyüzündeki bulutlar koyu ezilmiş mor menekşeleri andırıyordu. Yumruklanmış bir göze benziyordu her biri. En çok da annemin gözüne.

Kapıya ya da dolaba çarptığını söylerdi annem, çok sakarmış. Patlak dudaklarıyla gülümsemeyi dener, eksik dişlerini minicik elleri ile örtmeye çalışır ve utanarak bakardı. Sanki suç işlemiş gibi. Hep kocaman kara gözlükler takardı yüzüne. Gece bile çıkarmazdı. Babam televizyondaki o kadına benzedin derdi. Kadının adını bilmezdik. Ama annem mutlu olurdu. Babamın beyaz ekrandaki meşhur bir kadına benzetmesi hoşuna giderdi.

Biz yollarda olurduk hep. Kuyruklu camgöbeği altmış model bir chevrolet ve arkasında kemik rengi bir karavanla ıssız yolları çiğner dururduk. Ben sakız çiğnerdim arada. Balon şişiremezdim. Hiç büyümezdim. Öyle severdi annem. Büyüme sakın derdi. Baban gibi olma. O yüzden hep yaşımdan küçük kıyafetler alırdı. Kiminin kolu kısa kalırdı, kiminin paçaları, kimi öyle dar olurdu ki oturup kalkarken dikişleri patlayacak sanırdım. Tedirgin olurdum. Annem benim büyüdüğümü fark eder diye üzülürdüm. Az yerdim o yüzden. Yemiş gibi yapardım. Büyürsem sevmezdi beni. Küserdi. Kimseyle oynamaz kendi başıma takılırdım. Zaten gittiğimiz yerlerde çocuk olmazdı pek ortalıkta. Saçlarım hep uzun ve kıvır kıvırdı, bir de sarı, civciv sarısı. Büyüdükçe koyulaşmaya başladı. Annemin yüzü asılırdı gördükçe koyulaşan saçlarımı. Ben oksijenle açardım ondan gizli. Benzin istasyonlarının tuvaletlerinde yakalanırdım serserilere elimde oksijen tüpüyle, kimisi pis pis sırıtıp hırpalardı, kimisi ellerdi her yerimi, kimisi acıtırdı.

Babam dalga geçer kız gibi olmuşsun derdi. Hey Joe derdi. Yoksa Josephine mi diye gülerdi. O gülünce sanki akbabalar çığlık atardı karavanın üzerinde. Sarı dişlerini görürdüm arasında kürdan çubukları dans ederdi. Gülüşünden nefret ederdim hep, kürdandan da. Annem hep halsiz, yorgun olurdu. Yüzü solgun akçaağaçlarının yapraklarına benzerdi, gümüşi, yeşil mavi ince kılcal damarlar solucanlar gibi yer değiştirirdi teninde. Üzüldüğünde elleri titrerdi. Sevindiğinde pek bir şey olmazdı. Sevinmezdi de pek.

Ama buralarda bütün anneler hüzünlü olurmuş. Öyle demişti babamı polislerin alıp gittiği bir gece. Beyaz solgun atlet ve sarı çişli donunda kırmızı lekelerle yaka paça götürmüşlerdi. Annem isteyerek yapmadı diye yalvarırdı hep memurlara. Adamlar öyle tuhaf bakardı ki annemin yerine ben utanırdım. Bir yerde okumuştum ‘Acizlik kötü bir şey değil ama insanın üstünde her zaman iyi durmaz’ gibi bir şeydi galiba. Öyle miydi gerçekten bilmezdim. Küçüktüm. Hep küçük kalmaya yeminliydim. Babam sırıtırdı polislere. Annemin bu halini görmekten zevk alırdı belki de. Belki o da içinden utanırdı. Polisler kafasını çarpmasın diye eğerlerdi hafifçe başını. Oysa ben kafasının kapıya çarpmasını isterdim, çarpıp balkabağı gibi patlamasını. Yüzü pancar gibi kızarırdı o polis arabasının bir yanıp bir sönen ışıklarında. Gözlerini bana dikerdi. Öyle sanırdım. İçimde bir sürü otomobil çarpışırdı. Her şey kırılırdı. Cam ve aynalar parçalanır, vitesler, direksiyonlar yerinden sökülür, deri döşemeler, lastikler yanmaya başlar, balatalar, civatalar, kablolar karnıma batardı. Sonrası sessizlik. Bir an dünyada sadece annem ve ben kalırdık bir de yıldızlar. Herkes ölmüş gibi.

Annem dışarıda beklerdi bütün gece. İçeri girmezdi. Ben otomobile atlayıp kaçmak isterdim. Diyemezdim anneme gidelim diye. Ertesi gün babamı almaya giderdik. Annem temiz kıyafetler götürürdü. Babam ağzında kürdanla bir damat gibi kapıdan çıkardı. Abuk sabuk konuşmaya başlardı, susmazdı hiç. Araba asfaltın üstünde kayardı. Bir gece bende annemin ellerinden kaymışım yere. Bebekken. Babam sırıtarak anlatmıştı. Kafam patladı sanmışlar düşünce. Ama bir şey olmamış. Tok bir ses çıkmış yerden. Taş gibiymiş kafam. İkisi de sarhoş atlar gibiymiş o gece. Korkudan annem ayılmış.

Ama şimdi yok o atlar. Babam da çok uzakta. Nerede olduğunu söyleyemem. Kürdanlarını unuttu. Anneme batırmaca oynarlardı bazı geceler. Benim uyuduğum saatlerde. Annem dudaklarını ısırırdı. Ağustos böceklerinin seslerine karışırdı iniltileri. Babam işte böyle bebeğim derdi. Yüzlerce minik kan çiçeği açardı annemin sırtında, göğsünde, kasıklarında. Kızıl bir çiçek tarlasına dönerdi çarşaflar sabahına. Babam o zaman daha çok içerdi, daha çok severdi annemi. Dişlerindeki biftek kalıntılarını karıncalar ve böcekler kemiriyor mudur şimdi? Kürdanlarını gömülürken cebine koyduk annemle belki lazım olur diye gittiği yerde.
Şimdi bütün raylar öğlen uykusuna yattı. Güneş o kadar uzaktaki sapsarı madeni bir paraya benziyor. Uzun süre bakamıyor kimse. Annem bakma sakın derdi. Kör olurmuşum. Ama ben hep baktım. Kör olmadım. Anneler de yalan söylermiş. Babalar gibi. Elinde viski dolu bir bardak varsa eğer.

Babam ölünce karavanı sattık. Chevroleti bir gece çarptım. Hurdaya çıktı. İçinden tek parça çıkmam mucizeymiş. Öyle dedi pörsümüş suratlı bir hemşire. Annem ilk defa dua etmiş Tanrı’ya. Ben ölemedim.

Annemle kaç kere taşındık hatırlamıyorum. Yerleştiğimiz evlerin içindeki ucuz eşyalar hep aynı kokardı, rutubet, çöp, ter, sperm ve küflü bir yalnızlık. Eski ve kullanılmış olurdu her şey. Aynalar bakılmaktan mutsuz. Evdeki adamlar değişirdi hep. Annemin takıldığı adamlar. Ben çok büyümedim. Boyum uzadı biraz, saçlarım kısaldı. Söz verdiğim gibi anneme hep küçük kaldım. Annemin uyuyormuş gibi gözlerini sımsıkı yumduğu ölü babamın ellerinin üzerimde gezindiği gecelerdeki gibi küçük kaldım. Büyümedim. Uyku tutmadığında kovboyları ve sarhoş atları çağırmadım hiç, nal seslerini duydum sadece.

Şimdi raylar ısındı. Uzaktan rüzgarın ürpertisi geliyor. Demiryolu annemin ıslığını taklit ediyor. Raylar babam gibi esniyor sıcaktan. Trenin uğultusundan önce kömür kokusu geliyor, yanık bir orman gibi kokuyor. Sonra dumanlar kapkara bir atkı gibi dolanıyor uzun kavakların boynuna. İçimdeki çocuk rayların üzerinde koşturuyor. Bense bekliyorum annemin hayaletine benzeyen ihtiyar bir kadının başında. ‘Annen hiç gün görmedi’ diyor bir kadın hastanede. Uzak bir akraba ya da komşu. Yüzü tanıdık değil. Hangimiz gün gördük ki demiyorum. Hayat herkesi üzüyor bir şekilde. Bunu en çok annem biliyordu.

Annem kucağımda şimdi. Ucuz Çin işi bir vazoya koydular. Trenleri çok severdi hatırlıyorum ama korkardı. Hiç binmemişti. İçinden trenler geçen rüyalar görüyorum derdi hep. Rüyada tren görmek mutluluk ve huzura ermekmiş şimdi öğrendim anne. Küllerimi bir trenin arkasından savur demişti bir gece, muhtemelen sarhoştu. Tuhaf bir herifle çıkıyordu. Adamın karıncayiyenleri vardı evinde. Çok şişman ve yağlıydı. O işi nasıl yaptıklarını bilemezdim. Terlikle giderdi markete. Her şeyi yerdi. Hep açtı. Yiyecek gibi bakardı her şeye, perdelere, kitaplara, koltuklara, televizyona, anneme, bana. Severdi galiba annemi. Tuhaf birisiydi. Terk ettiğimde evi şaşırmamıştı ikisi de.

Tren iyice yaklaştı. Sıcaklığı ensemi yalıyor. Raylar görünmez bir dansa başladı. Toprağa basıyorum. Burası engebeli. Tren yavaşlamaya başlıyor. Öksürüğe tutulmuş bir adam gibi hırlıyor. İşte geldi. Kapkara suratlı, kızgın bir boksöre benziyor. Burnundan, başından dumanlar çıkıyor. Yanımdan hızla geçiyor. Peşinden koşuyorum. Yetiştim. Annem kucağımda biniyoruz. Çok heyecanlıyım. Annem de. İlk defa trene bindiğinin farkında mıdır acaba? Belki gittiği yerde trenler vardır ve hep biniyordur. Kavanozun kapağını açıyorum. Annem yeni gelinler gibi havalanıp heyecanla uçmaya başlıyor trenin arkasında. O havaya karıştıkça benim ellerim, ayaklarım büyüyor. O toza dumana kavuştukça benim saçlarım, boyum uzuyor. Külleri etrafa yağmur gibi yağdıkça arkamızdan raylar, kovboylar ve sarhoş atlar koşturuyor. Biliyorum annesi ölmeyenin bitmezmiş hiç yalnızlığı ve de çocukluğu.

cukurda-defineci-avi-540867-1.