Eşine, sevgilisine annelik, babalık yapan yani sürekli bakım veren kişiler bir noktadan sonra tıpkı ebeveynlerin çocuklarıyla ilgili zaman zaman yaşadıkları gibi tükenmişlik yaşamaya başlıyor.

Annem olur musun?
Fotoğraf: Freepik

Büşra Küçük

Annenin çocukla ilişkisinde eğer birtakım ihtiyaçlar karşılanmıyorsa büyüdüğünde bir de bakar ki herkes annedir, anne olmalıdır. Herkes bakım vermelidir. İhtiyaçlarını karşılamalıdır. İhtiyaçlar karşılanmadığındaysa herkes tıpkı bakım vermeyen anne gibi, anne kadar kötüdür. Yakın ilişkilerde kurulan bağların hissettirdiği duygu, anneyle kurulan bağınki kadar yoğundur. Geçmişe sıklıkla dönmek anneye dönmektir, annenin eksik bıraktığına dönüp onu tamamlama çabasıdır. Ondan alamadığını başkalarından tahsil etmek istemek doğal olsa da kurulan ilişkiler için hırpalayıcıdır. Annenin eksik bıraktığını başkalarının ödemesi ne kadar mümkün olabilir?


Bunun tam tersini düşünelim. Kendi ebeveynlerine –çocukluğu da dahil olmak üzere- hayat boyu ebeveynlik yapmak zorunda kalan biri için ilişkilerde herkese ebeveynlik yapmak bir varoluş şekli haline gelebilir. Bunun için kendine hep yeni ‘çocuk’lar edinip onları büyütmeye çalışabilir. “Yoruldum.” dediğinde etrafındaki yetişkinlerden ona yönelen ‘çocuk’ öfkesiyle karşılaşabilir. Çünkü bir ilişkide her zaman ebeveynseniz “yoruldum” deme şansınız yoktur. Diğerini toparlamak, kapsamak, anlamak, onun ihtiyaçlarını o dile getirmese bile karşılamak zorundasınızdır. Bu oldukça yorucu ve insanın kendi büyüme sürecini de ketleyen bir rol dağılımıdır. Yaşamda üstlenilen hiçbir ‘rol’ sonsuz ve vazgeçilemez değil. Şükür ki değil de dönüşüyor.

Partner ilişkilerinde de ebeveynliğe dönüşen ya da en başından beri ebeveynce sürdürülen paternler sıklıkla çift terapistlerinin gündemine geliyordur. Eşine, sevgilisine annelik, babalık yapan yani sürekli bakım veren kişiler bir noktadan sonra tıpkı ebeveynlerin çocuklarıyla ilgili zaman zaman yaşadıkları gibi tükenmişlik yaşamaya başlıyor. Bununla birlikte partner cinselliği de durumdan zarar görüyor. Çünkü bakım veren, sürekli bakım alan bağımlı partnerle kendisini “eş” göremiyor. Bakım alan aciz, bakım veren kontrolü elinde tutana dönüşebiliyor. Hal böyleyken kim sevgiden, aşktan bahsedebilir? Ve tüm bunların aşkla, sevgiyle ne ilgisi var?

Son aylarda okuyup da etkisinden hala çıkamadığım Latife Tekin’in kitabı Zamansız’da karakterlerden biri şöyle diyordu; “Çünkü aşk doğarken çocukluğa döneriz sevgilim.” Bu cümle bana yukarıda anlattığım ilişkisel dinamiklerin güçlü bir özetiymiş gibi geliyor. Elbette partner seçimlerimiz de çocukluğun etkisi altında. Bize bakım verenle kurduğumuz ilişkide geliştirdiğimiz savunma mekanizmaları sonraki ilişkilerimizde de işlemeye devam ediyor. Aşkta, kaygıda, öfkede ve pek çok güçlü duyguda çocukluğa dönmemiz, tıpkı çocuklukta verdiğimiz tepkileri vermemiz olası. Dolayısıyla yalnızca ‘aşk doğarken’ değil yakın ilişkilerin her biri doğarken çocukluğa döneriz. Duygularla baş edemeyen bünyemiz en tanıdık savunmalarına koşa koşa gidiyor. Annesiyle sağlıklı bir biçimde ayrışamamış bir erkek çocuk düşünelim; büyüdüğünde de kendisine annelik yapılmasını bekleyebiliyor. Yemeği yapılsın, çamaşırları yıkanıp ütülensin, tüm fiziksel ihtiyaçları karşılansın, tüm ilgi onun üzerinde olsun, kendi sorumluluğundaki basit gündelik ihtiyaçlar konusunda bile kılını kıpırdatmasın, yani evin küçük erkek çocuğu gibi el üstünde tutulmaya devam edilsin. İhtiyaçları mümkünse onun söylemesine gerek kalmadan anlaşılıp karşılansın. Eğer karşılanmıyorsa öfkelenebilsin. Böylelikle hayattan ve ilişkiden ve ötekinden kendini korumayı başarabilsin. Büyümesin ki eksikliğiyle karşılaşmadan yaşayabilsin. Toplumsal yapı ve ataerki de onu bir güzel desteklesin ki bu düzen böylece sürüp gitsin. Aynı örneği kadın tarafından düşündüğümüzdeyse; partnerine ebeveynlik yapsın ki onu kaybetmesin, tüm ihtiyaçlarını karşılasın ki eksiksiz olsun, kocasına “anne” olsun ki koca başka anneler bulmaya kalkmasın. Ataerki anneliğini bir güzel desteklerken onun bireyliğini, kadınlığını, ihtiyaçlarını ve “kendi olma” ihtimalini öyle bir ezip yok etsin ki bu düzen böylece sürüp gitsin.

Toplumda elbette işler kadın ve erkek için aynı biçimde işlemiyor. Kadının ve erkeğin kendi olabilmesi ile ilgili farklı güçlükler var. Kadına yönelen hoyratça baş ezme mekanizması erkeğe ise çoğunlukla büyümeme, olgunlaşmama, anne memesinden ayrılmadan yaşama şeklinde işliyor. Her iki taraf da bu erk sisteminde aynı zararı başka biçimlerde ve etkilerde görüyor.

Hem mesleki deneyimimden hem kendi yaşantımdan gözlemleyebildiğim; bir ilişkide bir tarafın “arızalı” diğerininse “sağlıklı” olduğu varsayımından hareket etmek haklılık-haksızlık döngüsünü beslerken çözümü güçleştiriyor. Çiftlerin birbirini tamamlaması mümkün olmayabilir ancak bazı çocukluk yaralarına ilaç olabilirler. Fakat diğerini iyileştirmenin esas olduğu bir ilişkide bir tarafın bu iyileşmeye adanırken kendinden verdikleri eninde sonunda ruhsal terazisinde fazladan ağırlık yapmaya başlayacaktır. Elbette zaman zaman eşimize, arkadaşlarımıza ebeveynlik yapabiliriz, bunda hiçbir sakınca olmayacaktır ve fakat bu ilişkisel dinamik süreklilik arz ediyorsa tıkanma kaçınılmazdır.

Aşk ilişkisinde ya da yakın dostluklarda çocukluğa dönülür, orada hallolamayanı sürekli buradakinden istemekse ne geçmişi ne de bugünü tamir edebilir. Varlığın yükünü paylaştığımız yakınlarımıza “Annem olur musun?” demek yerine kendimizin annesi olmayı denemekte fayda var.