80'lerin ortasına doğru hatırı sayılır bir ceza ile cezaevindeyim. Bu kez Metris'te. Annem yine dikiliyor kapılarda. Görüş kabinlerinde göremiyorum ayaklarını. Ama biliyorum nasıl yorgun olduğunu annemin beklemekten demir kapıların önünde


Elbette hâlâ pediküre gidecek. Elbette tırnaklarına beyaz oje sürdürecek. Annem. Ayaklarının. Annemin ayaklarını hatırladım geçen gece. Yazı masama bitişik kanepemden, neredeyse sabaha karşı kalkıp, yatak odasına doğru yola çıktığımda. Yolda.

"Yol" diyorum çünkü yoldu sahiden, zorlu bir yoldu kat etmem gereken. Istırap içinde. Acı içinde. Birkaç gündür mustarip olduğum şiddetli soğuk algınlığına karşı aldığım yüklü C vitamini alerjik bir reaksiyona yol açmış, ayaklarımda ödem oluşmuş, ikisi de kütük gibi şişmiş, üzerlerine basamaz olmuştum. Ateşler içinde yanıyordu ayaklarım.

Öyle, oraya buraya tutuna tutuna yol alıp, bir de yetmezmiş gibi banyoya uğrayıp, inleye inleye yatağa attım kendimi.

Direncimin ve metanetimin son kalıntılarını da yatak örtümü açmaya harcadıktan sonra, o gecelik ya da o sabahakarşılık.

İşte o zaman hatırladım. Annemin ayaklarını. Başımı yastığa koyar koymaz.

Birkaç ay önce, onu bir ziyaretim sırasında, dert yanmıştı. Bir sırrı paylaşır gibi benimle, romatizmadan deforme olmuş, kendi deyimiyle "yandan kemikleri fırlamış, parmaklarının da birbirlerine sarılmış" olduğu ayaklarını benden, oğlundan bile utanarak ama, göstermişti bana.

Eğilip öpmek istemiştim o zaman annemin ayaklarını. Birdenbire kuvvetle hissettiğim bir minnet duygusu ile.

"Hatırlıyorum da yıllar önce komşumuz Yüksel Ablan ayaklarımın ne kadar güzel olduğunu söylemişti durup dururken. Bak, şimdi ne haldeler" diye dert yanıp, sonra da hemen şükretti zihninin berraklığına, açıklığına, hafızasına.

Ve beni daha fazla üzmemek için değil de, artık daha fazla ayaklarına bakmayayım, onu daha fazla utandırmayayım diye sanki, konuyu tamamıyle değiştirdi. Sağlık dışı temalara yöneldi.

Oysa ben ayaklarını öpmekle öpmemek arasında kararsızdım. Onun için öyle dalmış bakıyor olmalıydım.

Şimdi bu gece ayaklarım cayır cayır yanıp beni uyutmazken annemin ayaklarına ayak uydurup geçmişte bir yolculuğa çıkıyorum.

Onu bütün çocukluk ve ilkgençliğimin geçtiği Gümüşsüyü, Bola-henk sokağın bir ucunda görüyorum.

Kollarını iki yana açmış, şimdiden hazır bana sarılmaya, dans eder gibi yürüyor. Nasıl mutlu.

Ben 13 yaşındayım. Avusturya Lisesi'nin Orta 2'nci sınıfindayım ve işte annem öğretmenlerle görüşme gününden geliyor. Hepsinden tebrik almış.

Koşmuyorum, bekliyorum, öyle kollan iki yana açık, dans eder gibi biraz daha yürüsün diye bana doğru.

Bir yaz günü sonra: "Almakla iyi yaptım mı acaba?" diye teyzeme soruyor tokasını takarken örgü tarzı yeni ayakkabılarının. "Bakalım Rıza ne diyecek?" diye de yalancıktan kaygılanıyor. Babam akşam eve gelince komplimanlar yapıyor anneme ayaklarına bakıp. Ben de seviniyorum.

Bayılırlardı annemle teyzem, teyzemin evli olduğu Adapazarı'ndan her gelişinde Beyoğlu'na çıkıp Tanca, Gutan dolaşmaya. Küçükken bizi de, beni ve kuzenim Aydın'ı da yanlarına alır, ama sonra da anneannemle Saray'a bırakırlardı anneme ve teyzeme ayak uydurmaktan helak olunca. Ben keşkül yerdim her defasında. Park Otel'in köşesini dönünce, o topuklu ayakkabılarla zorlu bir inişe geçmeden önce, Selime Hatun Camii yokuşundan evimize doğru, annemle teyzem Çamlıca gazozu içmek ve elbette bize de içirmek için mola verirlerdi. Yeni ayakkabıların şerefine patlatırlardı gazozları. Sonra düşmemek için birbirlerine tutuna tutuna inerlerdi yokuşu. Biz önden koşar, dalgamızı geçerdik onlarla.

Sonra işte 20 yaşındaydım bu kez de. Annem de giderek yaşlanıyordu. Ama sanki dansetmek için, dans seçmelerine katılmış da sırasının gelmesini beklermiş gibi saaderce bekliyor, ayakta dikiliyordu işte benim tahliye işlemlerim tamamlanırken Selimiye Kışlası'nın önünde. Sıkıyönetim döneminde. Kısa bir tutukluluk sonrasında.

Bakaya gittiğim askerlik sonra: Alman mühendis ve teknisyenlerin tercümanı olunca askerde, her hafta sonu gelir olmuştum İstanbul'a onlarla. Almanlarla. Onlara İstanbul'da da tercümanlık hizmeti vermek için. Pazar akşamları Topkapı Otogarı'nda, ben Çerkezköy otobüsünde, otobüs kalkana kadar annem öyle dikiliyor ayaklarının üzerinde. Annemin ayaklarına karasular indiğini düşünüyor, bir an önce kalksın istiyorum otobüs. Dokunsalar ağlayacağım.

80'lerin ortasına doğru bu kez hatırı sayılır bir ceza ile cezaevindeyim. Bu kez Metris'te. Annem yine dikiliyor kapılarda. Görüş kabinlerinde.

Görüş kabinlerinde göremiyorum ayaklarını. Ama biliyorum nasıl yorgun olduğunu annemin beklemekten demir kapıların önünde. Biliyorum onu ve arkadaşlarımın annelerini nasıl saatlerce ayakta diktiklerini. Mis gibi çamaşırlar getiriyorlar bize torbalarda. Üç buçuk sene dikiliyor annem Metris'in kapılarında. Sonra 6 ay kadar da Bolu, Gerede cezaevine yürüyor otobüsten inip Gerede'nin Arnavut kaldırımlarında her hafta. "İki haftada bire indir" diye yalvarıyorum ama nafile. Geliyor işte her hafta.

Şimdi artık Anadolu yakasında oturuyor annem.

Birkaç hafta önce bana geldi. Şişli'ye.

"Hadi seni Cihangir'e götüreyim. Seversin sen oraları," dedim. Ne de olsa gençliği oralarda geçti. Bir Park Pastanesi'nin pastalarını severdi, orası kapandı, bir de Savoy'unkileri sever.

İstemedi. Yorgunmuş, ayakları ağrıyormuş. "Sen şu pufu getir önce şuraya, ayaklarımı bir uzatayım" dedi.

Sonra ama dayanamadı, kalkıp bana pilav yaptı. Ocağın başında dikilip.

"Hadi artık" dedi pilav pişince. Kolkola yakındaki bir alışveriş merkezine gittik bir de. Yeğenlerime giysiler aldı. Onlar için, torunları için raflar arasında dolaşırken yine dans eder gibiydi işte. Benim için hâlâ ettiği gibi.

Annemin ayakları işte.

Güzel ayakları.

Annemin mesleğini de söyleyeyim burada. Ses Opereti'nde dansçıydı annem.

Hâlâ trupundaki kızlarla buluşuyor bazen.