Gazete sayfasından sana seslenmek bir tuhaf, biliyorum

Arkadaşa mektup...

MURAT MERİÇ - muratmeric@gmail.com

Ömer,
arkadaşım…
Gazete sayfasından sana seslenmek bir tuhaf, biliyorum. Sana ilk mektubumu böyle yazmak da öyle. Aradaki mail’leşmeleri, yazışmaları saymazsak hiç mektuplaşmamışız biz seninle ama gerek de duymamışız buna. Son üç yılımızda özellikle, Moda’ya taşındığından beri, neredeyse her hafta görüştük. Arada başka yerlere kaçtığımız oldu ama yine temastaydık. Hiç kopmadık.

Yıllar sonraki ilk karşılaşmamızı hatırlar mısın? Ghetto’da, bir BaBa ZuLa konserinde… Dur, öncesini hatırlatayım sana, unutmadığını biliyorum ama hafızanı tazelerken okurlar da öğrensin: Ankara’da tanıştık biz, 1991 - 92 civarı olmalı, belki daha eski. Seni kim getirdi yanıma bilmiyorum ama ilk tanıdığım gün çok sevmiştim. Görüyordum zaten, elinde gitarınla Yüksel Caddesi’nde şarkılar söylerdin. Uzun, kıvır kıvır saçların vardı. Gölge yoktu o zamanlar, çukurdaki mekânlardan birinde tanışmış olmalıyız. Sonra radyoda çıktın karşıma, unutamadığımız Radyo Arkadaş’ta. “Sinekli Bakkal” diye bir program yapıyordun, sevdiğin şarkıları çalıyordum, adını çok kıskanmıştım. Yıllar sürdü Ankara’da arkadaşlığımız. Metin de eşlik ederdi bize, Metin Solmaz. Önce Metin gitti İstanbul’a, sonra sen. Ben direndim. Arada geldiğimde senin Shaman’ı işlettiğini duyardım ama gelmek hiç kısmet olmadı. Geldiğimde de seni bulamadım. Hep bir proje peşinde koşuyordun, denk gelemedik. Aklımdaydın ama. Yıllar sonra, o gün, Ghetto’da yanıma geldin. Tanımadım. Saçların yoktu, etraf karanlıktı, telaşlıydık. Tanımadığımı hissettirmemek için çok çabaladım ama nafile… Konser bitti, sahneden indik, yanıma geldin. Elinde iki bira vardı, birini önüme koydun: “Tanımadın değil mi?” dedin. Utandım, mahcup oldum, sen gülümsedin. “Bak” dedin, kelini gösterdin, “şuraya kıvır kıvır saçlar koy.” Elimdekini atıp sarıldığımızı hatırlıyorum, öyle özlemiştim. Sen yine güldün.

Hep gülerdin zaten. Perşembe, seni uğurlarken bir gazeteci geldi yanımıza, seninle alakalı bir şeyler sordu. Metin cevapladı, hepimizin adına ve hislerimize tercüman olarak: “Gülerdi, hep gülerdi. Tanıdığım en güler yüzlü insandı.” Öyleydin sahiden. O gülüş öyle yakışırdı ki sana…
Yazıyı okuyanlar mana veremeyecek belki, soracaklar: “Kim bu Ömer?” Cevaplayayım: Ömer İpek. Gazetelere bakarsan “40 yaşındaki reklamcı.” Yalan oysa. 44 yaşındasın ve hayatında hiç reklamcılık yapmadın. Organizasyon işleriyle ilgilenirdin: Rock’n’Coke’tan U2 konserine kurduğun sahneler, Shaman’dan Ghetto’ya emek verdiğin mekânlar, düzenlediğin konserler ve festivaller… Okurların bir kısmı tanıyor gerçi seni. Salıdan beri öyle çok şey paylaştım ki seninle ilgili, başka hiçbir şey görmüyor gözlerim.

Salı gecesi, senin de tanıdığın iki arkadaşımla oturduğumuz mekânda, seni de ilgilendirecek yeni projeler konuşmak üzere lafa başlamışken geldi haberin. Serkan Fidan aradı. “Yine kim bilir ne gibi bir iş saracak başıma” diyerek açtım telefonu, Serkan öyledir, bilirsin, durup durup iş sarar başına, kaçamazsın. Ama bu kez öyle bir şey söyledi ki, inanamadım. Söyleyemedi zaten. Uzattı lafı. Sesinden, o lafın sonunun çok fena olacağı belliydi ama bu kadarını beklemiyordum be Ömer… Bak, sadece iki kelime: “Ömer ölmüş.” Ama nasıl söylenir bu? Ben de söyleyemedim zaten. Damla’yı aradım ilk, anlatamadım. Rauf, Metin, Kamil ve Savaş’ı aradım sonra, zorlandım. Ferhan’ı uzun süre arayamadım. En zoru ona söylemekti. Söyleyemedim. Metin’i aradım, sesim her nasılsa, ilk sorusu “kim ölmüş?” oldu. “Ömer” diyemedim. Küfretti zaten bana, duyunca, “saçmalama” dedi. Daha o gün konuşmuştuk, “çevremizdeki insanların kıymetini bilelim” demiştik ama gençlerden söz etmemiştik be Ömer.

Kalabalık bir yerde sana sesleneceksem “genç” derdim, kimse üstüne alınmazdı, sen bakardın. Parola gibiydi aramızda. Gençtin çünkü. Bütün meclislerin en genci olmayı becerirdin. Gamsızdın. Yaptığın işi ciddiye alırdın. Aceleyi sevmezdin. Kendine has bir tembelliğin bile vardı. Her şey mükemmel olsun isterdin ve bunun için çalışırdın. Ufacık bir aksaklık seni delirtmeye yeterdi. Huysuzdun. Huysuzluğun bile güzeldi. Arkandan iyi konuşmak için yazmıyorum bunu, sahiden öyleydi: Her seferinde çok gülerdik bu huysuzluğuna. Şaşkınlığın da cabası. Damla, duyduğunda şöyle dedi: “Şaşkınımızdı ama o bizim, nereye gitti?”

Ömer,
Seninle son kez geçen Pazar konuştuk. Yazımı okumuştun, “Karışık Kaset”i sordun. “İzleyelim, öyle karar ver” dedim. O çok sevdiğin, üniversitelere götürmek istediğin “şarkılı memleket tarihi”nin farklı bir versiyonunu Külâh’ta yapmıştım, Murat Sezgi’nin davetiyle. Gelememe sebebini söylemek için aradın, yeni evine taşınmıştın ve şahane bir bahçesi vardı. Sezgi’yle fasulye yiyorduk o esnada, “Cuma buluşalım” dedik, “bahçelerimizi kapıştıralım.” Sonra Sezgi’yle buluştuk biz, Perşembe günü, Bodrum’da. Seni uğurlamak için. Cuma, seninle buluşmam gereken saatlerde, bu mektubu yazıyorum sana ve hâlâ inanamıyorum olanlara… Buluşsaydık, “yazıya yetişmem lazım” deseydim, sohbetin en güzel zamanında kalkıp gitseydim ve sen yine kızsaydın bana… Ne çok kızardın zaten, ben de sana kızardım ama bu da arkadaşlığın en şahane tarafı değil mi zaten? Birbirimize hiç kızmamak da fena. İyi ki öyle olmadık. Gerektiğinde çatır çatır kavgamızı da ettik. Sonra gittik içtik, ayrı.
Hastalığın içmemize engeldi. Dert etmezdik. Doktordan izin aldığın anda yanıma kaçardın, kutlardık. Hastalığını ciddiye almazdın. Hiç almadın. Biz de almadık. Metin şöyle yazdı, ardından: “Epilepsiydi. Kontrol altındaydı. Hiç önemsemedim ben hastalığını. Ömer de önemsemezdi. Ondan belki. Epilepsi bu. Çektirir ama öldürmez. İlacı var, içersin nöbet gelmez. Sanki bir fayda gelirmiş gibi duyar duymaz nörolog arkadaşımı aradım: Epilepsi öldürür mü abi? Öldürürmüş. Öldürdü.”

Bodrum’a seni uğurlamaya gelirken telefona kulaklığımı taktım, “Ömer için bir şarkı, şansıma” dedim içimden ve “karıştır” düğmesine bastım. Ne çıktı biliyor musun? Bob James’in “Farandole”si… Telefonu sana versem, “seç abi şuradan bir şarkı” desem sen de onu seçerdin! Otobüste sesli ağladım şarkıyı dinlerken. Hatırlar mısın onu bulduğumuz günü? Stüdyo FM’den söz etmiştik, “jenerik şarkısı neydi?” demiştik, aramış taramış bulmuştuk ve çocuk gibi sevinmiştik duyduğumuzda… Sonra sen onu iki gün sonraki Catchin’ Grooves’de çaldın, ben programımı onunla açtım. Ne zaman çaldığım bir geceye gelsen, hep aynı şarkıyı isterdin: “Aşkın Gözü Kör mü?”. Sonundaki “vuiy vuiy” seslerine bayılırdık! Bundan sonra hep senin için dönecek o Rânâ Alagöz plağı.

BirGün’ü severdin, gazetede adın geçse sevinirdin. Birlikte son gittiğimiz olay BirGünlük Fest’ti, sevmiştik. Çaktırmadan sahne arkasına girmiş, sonra elinde bir tomar “görevli” kartıyla gelmiştin. Çok eğlenmiştik. Hep eğlenirdik seninle, kavga ettiğimizde bile. Biliyorum, “abartma” diyeceksin bu yazıyı gördüğünde ama abartmamak mümkün mü? “Okurlara ne senin acılarından?” diye soracaksın, haklısın. Bu da bir iç dökme olsun. Bu seferlik affetsin okurlarım beni.
Ferhan’la konuştuk dönüş yolunda, uzun uzun. Seni gülerek andık hep. Hani o söylediğin, öve öve bitiremediğin Bodrum’daki mandalinleri de yedik. Sahiden güzelmiş, çok sevdik ama sensiz içimize sinmedi. Seni o mandalinlerin gölgesinde bırakmak çok koydu be Ömer… Anacığının kucağındasın gerçi, sevdiğin topraklardasın ve sevdiğin kokular içinde; bununla avunduk. Yetmez ama evet!

Sahi, şu yıllardır aradığın kitabı buldum, Vasıf Öngören’in iki ciltlik “Masalın Aslı”nı… Nereye bırakayım? Bıraksam alır, okur musun? Okuyamam dersen gelirim başucuna, okurum ben. Haber etmen yeterli, biliyorsun.

Ömer,
Arkadaşım…
Yokluğuna alışmak çok zor olacak. Alışamayacağım, biliyorum. Arada bir seslenirim belki sana. Bir gün mutlaka bir yerde yeniden karşılaşacağız. O güne kadar kendime iyi bakacağım, söz. Arkadaşlarıma da. Sen, erken gidişinle bunu anlattın bize.

Yazıya eşlik eden fotoğrafı çektiğimiz gün, bana el feneri almaya gittiğimiz hani… 29 Mart 2012. İlk kez binmiştik şu yeni vapurlara ve Deniz Koloğlu ile karşılaşmıştık. Vapurlar “inliyordu”, ona gülmüştük yol boyu. “Buradan bir müzik çıkar mı?” diye sormuştun. Hep müzik düşünürdün. Belki de bu yüzden çok iyi anlaşırdık. Şimdi o fotoğrafa, o şahane gülüşüne bakıyorum da, iyi ki tanımışım seni.

Hoşça kal Ömer,
gülüşün daim olsun.
Arkadaşın,
Murat.