Arzu, disipline edilebilecek, kafese konulacak bir duygu haline dönüştürülmeye çalışıldıkça kendi imkânlarını ve kurtuluş olanaklarını yaratan bir duygu. Üstelik sonsuz bir yolculuk içinde hareket ettiğini ve benliğimizle bütünleşmek için onu tartışmaya devam etmemiz gerektiğini hatırlatarak başarıyor bunu.

Arzunun Sonsuz Yolculuğu

Doğuş Sarpkaya

Arzu, ilk bakışta basit bir duygu gibi görünse de üzerine düşündükçe katmanlı bir yapıda olduğu anlaşılan bir kavramdır. Hemen her sosyal bilimin arzuyu farklı bir yanıyla ele almasının sebebi de bu. Psikanalizin arzu tanımında bireyin kendinde eksik olana yöneldiği fikri baskındır mesela. Kişi kendini tamamlamak için bir şeye yönelir ama bu yönelişi başarıya ulaşırsa arzunun yok olması paradoksu ortaya çıkar. Özgür Öğütcen’in bu dosyadaki yazısında belirttiği gibi, “Arzu bizde olmayana, bizde eksik olana doğru yüzümüzü dönmemize yol açtığı ölçüde bir mevcudiyeti değil ama bir negativiteyi yaşamımızın tam ortasına koyar. O halde arzulamak eksik olana istinaden arzulamaktır.”

Psikanalizin açtığı bu kapı aynı zamanda post-kolonyal teoriye de alan yaratır. Özellikle siyahların beyaz olma özleminde görülen, ödünç arzunun yapısında da bu eksiklik vardır. Bu bakış açısına göre beyaz siyahta eksik bir şeyler olduğu için onun üzerinde egemen olmuştur. Bu egemenliği kırmanın yolu ise beyaz gibi davranmaktan hatta doğrudan beyaz olmaktan geçer. Siyah bireyi kendi tenini reddetme noktasına taşıyan bu arzuyu en iyi anlatan metinlerden biri Ngugi wa Thiong’o’nun Kargalar Büyücüsü romanıdır. Güç ve para sahibi oldukça arzusunu doyuramamasının suçunu teninin rengine atan, tek eksiğinin beyaz bir ten olduğunu düşünen bir karakter yaratır yazar bu romanında: Tajirika. Bu karakter neredeyse tüm sömürgecilik geçmişi olan ülkelerde karşımıza çıkan patolojik durumu gözler önüne serer: Celladına dönüşmeye çalışan ezilenlerin trajedisidir söz konusu olan. Bu fikir tüm toplumsal ilişkilere de yayılarak arzunun patolojik doğasını açığa çıkarır. Murat Özbek’in ilerleyen sayfalarda bulacağınız yazısında söylediği gibi bir kere daha “arzu her zaman bir semptomun öncülüğünde” açığa çıkmıştır.

Arzunun çelişkili yapısı sadece postkolonyalizm ya da psikanalizin açıklamalarını yeterli bulmaz. Tartışma toplumsal cinsiyet alanında da yoğun bir şekilde sürer. İlke Kamar’ın “arzunun şeyleşmesi” kavramını tartıştığı yazıda belirttiği gibi arzu, bedenin disipline edilmesi ile sermaye birikiminin stratejilerine göre yeniden biçimlendirilerek sunulma eğilimindedir. Dolayısıyla üretim ve tüketim ilişkileri toplumsal cinsiyet ilişkilerini yeniden düzenleyip arzunun enerjisini soğurmaya çalışır. Bu aynı zamanda arzunun sadece bireysel değil toplumsal bir duygu olduğunu da bir kere daha hatırlamamıza neden olur.

Bireysel Arzu Safsatası

Bu hatırlama kritik bir tartışmaya götürür bizi. Bireysel bir duygu olduğuna dair egemen dayatmanın karşısında arzu, çok boyutluluğu ile dikilmektedir çünkü. René Girard, bireysel arzu safsatasını romantik yalan olarak adlandırıp bu fikrin o kadar da masum olmadığını açığa çıkarmıştı. Girard’a göre romantik yalan arzu nesnesini yüceltme eğilimindedir: Kişinin arzusunun nedeni nesnenin nitelikleridir. Oysa güzelliğin, estetiğin ve ideolojik bir şey olduğunun ayırdına vardığımızda, kişinin yöneldiği şeyin niteliklerinin dönemsel olarak farklılık gösterebileceğini de kabul etmek zorunda kalırız. Buna karşılık kişinin arzusunun niteliğini abartmak da bizi düz çizgiye iter. Arzunun yüceltildiği bu durumda, âşık olanın kendi arzusuna tabi olacağı, kimi zaman nesnesini bile önemsizleştirebileceği varsayılır. Yönelecek bir nesnenin yokluğunda arzu kendi nesnesini yaratacaktır.

arzunun-sonsuz-yolculugu-889147-1.


Girard’a göre arzunun düz bir çizgide nesnesine ulaşması fikri bizi idealizme götürür. Çünkü arzunun herhangi bir etkiden bağımsız bir duygu olduğu yanılsamasından doğar. Oysa arzu kimi zaman başka arzuların taklidi yoluyla, çoğu zamansa toplumsal dolayımdan geçerek ortaya çıkar. Yazar, arzunun ortaya çıkışında ötekine şöyle önemli bir rol atfeder: “Arzunun doğumunda, başka bir deyişle öznelliğin kaynağında, muzaffer bir edayla yerleşmiş ‘Öteki’ni buluruz hep. ‘Dönüşümün’ kaynağının içimizde olduğu doğrudur, ama kaynağın suyunun fışkırması için dolayımlayıcının sihirli değneğiyle kayaya dokunması gerekir.” Fakat, üçgen arzu basitçe başkasının arzusunu taklit ya da kıskanmayla ortaya çıkmaz. Kimi zaman toplumsal roller, konumlanışlar katalizör olur. Girard’a göre roman sanatının ortaya çıkmasıyla arzunun üçgen yapısı daha görünür olmuş ve romantik yalanı uzun süredir oturduğu tahttan indirmeyi başarmıştır. Romansal hakikat, arzunun farklı tezahürleri üzerindeki sır perdesini aralamak gibi zor bir görevi üstlenmeyi kabul etmiş gibidir.

Romanın Kurtarıcı Rolü

Dolayısıyla arzunun egemenin tarafından dizginlenmeye çalışılan enerjisi edebiyat yoluyla betimlenmeye çalışılır. Girard’a göre roman sanatı arzunun doğasını anlamada büyük aşamalar kaydetmiştir. Ortaya çıktığı andan itibaren arzunun taklitçi doğasını da bu taklitçiliğin öteki ile ilişkisindeki çelişkileri de öteki ile ilişkinin toplumsal dolayımını da üstlenen bir tür olmuştur roman. Ama her romanın arzuyu doğru bir şekilde ele aldığını söylemek zordur.

Romantik yalanın etkisinin sürmediğini düşünmek safdillik olur. Popüler kültür ürünü aşk romanlarında, bireyin arzusunu yücelten ve kişisel gelişim ile arzuya yönelimin sağlıklı bir şekilde gerçekleşeceğini savunan pek çok roman yazılmaya devam ediyor. Buna karşılık Girard’ın deyimiyle romansal hakikatin peşinden koşmaya devam eden nitelikli eserlerin yazılmaya devam etmesi enseyi karartmamamızı sağlıyor.

Sonuçta arzu, disipline edilebilecek, kafese konulacak bir duygu haline dönüştürülmeye çalışıldıkça kendi imkânlarını ve kurtuluş olanaklarını yaratan bir duygu olmayı sürdürüyor. Üstelik sonsuz bir yolculuk içinde hareket ettiğini ve kendi benliğimizle bütünleşmek için onu tartışmaya devam etmemiz gerektiğini hatırlatarak başarıyor bunu.