LGBTİ+’lar toplumla aralarında köprü kurulması gereken ‘yabancılar’ değil, toplumun ta kendisi. Her bir insanın aşkını özgürce yaşamaya, eşit işe eşit ücrete, onurlu bir hayat sürmeye hakkı var. Sadece bu üç talep bile birçok şeyi açıklıyor.

Aşk mücadelesi eşitlik mücadelesidir

ÖZDE ÇELİKBİLEK

Bu ay dünya çapında milyonlarca insan, bulundukları yer fark etmeksizin onur yürüyüşleri düzenliyor. Hatta tüm yaza yayılan onur yürüyüşleri bazı kentlerde festival havasında geçerken, dünyanın birçok noktasında eşit yurttaşlık ve onurlu bir yaşam hakkı talebinin karşısına sadece şiddet çıkıyor.

Elbette ki LGBTİ+’lar ne yerin derinliklerinden çıktı ne de son dönemin popüler bir müzik grubunun kısaltması. İnsanlık tarihi ne kadar eskiyse, LGBTİ+’ların tarihi de o kadar eski. Eksik ya da fazla değil. Aykırı ya da ‘normaldışı’ değil. LGBTİ+’lar toplumla dirsek bağı kurulabilecek olanlar değil, toplumun ta kendisi.

LGBTİ+ hakları mücadelesinin onurlu tarihi 100 yılı aşkın süren bir geçmişe sahip. Bu mücadelenin başladığı yer olarak Almanya’yı gösterebiliriz. Almanya’da 1800’lerin sonundan itibaren yükselen LGBTİ+ hakları mücadelesi hareketin tarihsel bir sıçrama noktasını oluşturur.

1800’lerin sonunda ilk adımlarını atmaya başlayan hareket, Birinci Paylaşım Savaşı sonrası daha da güçlenerek ivme kazandı. LGBTİ+ mücadelesinin özneleri ne uzaklarda yaşayan insanlardı ne de başkalarıydı. LGBTİ+ hakları mücadelesinin özneleri, aynı zamanda ülkedeki eşitlik, çalışma saatlerinin düzenlenmesi, sendikal haklar mücadelesi veren, sol hareketlerin içerisinde yer alan, önde duran ve o ülkedeki herkes kadar söz sahibi olması gereken yurttaşlardı.
Sosyalistler o dönem erkek eşcinselliği Weimar Almanyası Ceza Kanunu’nun 175. paragrafında erkek eşcinselliğini yasadışı olarak kabul eden yasanın yürürlükten kaldırılması için çalışmalar yürütüyordu.

Almanya tüm bu hareketin politik merkezi haline geldiği gibi aynı zamanda bilimsel çalışmaların da odak noktasına yerleşmişti. Berlin’de 1919 yılında, Magnus Hirschfeld tarafından kurulan Cinsel Bilimler Enstitüsü (Institut für Sexualwissenschaft), sağlık hizmeti verme ve akademik çalışmalar yapmasının yanı sıra aynı zamanda eşcinsellerin, transların ve kadınların eşitlik mücadelesinin bir parçası haline gelmiş adeta güvenli bir sığınaktı. Aynı zamanda kütüphanesinde barındırdığı on binlerce kitap, araştırma, makale ve düzenlenen konferanslar ile bilgiye erişim için muazzam bir noktaydı. Ta ki Naziler yağmalayana kadar…

BİNLERCE KİTAP MEYDANDA YAKILDI

Almanya’da 1933 yılında iktidara gelen Führer ismiyle maruf Adolf Hitler’in Nazi Partisi, tartışmasız bir şekilde eşcinsel karşıtı politikaları savunuyordu. Nazi rejimi iktidara geldikten sonra gelişen eşcinsellere yönelik açık saldırı ve baskı, kısa bir süre sonra binlercesinin toplama kamplarına gönderilerek katledildiği, deneylerde kobay olarak kullanıldığı biçimde ilerledi. Nazilerin eşcinsel topluluklara karşı ilk eylemlerinden biri, eşcinsel barların ve diğer buluşma noktalarının kapatılması oldu. Ardından dernekler, dergiler kapatıldı. Dayanışma ağları yeraltına çekilmek zorunda kaldı ve hareket alanları kısıtlandı. Naziler, LGBTİ+’lara yönelik şiddet sarmalını, Storm Troopers önderliğindeki Alman Öğrenci Birliği üyelerinin, Magnus Hirchfeld’in Berlin’deki enstitüsünün işgal etmesiyle geri dönülemez bir noktaya taşındı. İşgalden 4 gün sonra, 10 Mayıs’ta kütüphanenin tüm içeriği Berlin’deki Bebelplatz Meydanı’na taşıdı. O gece Naziler, el koydukları diğer 20 bin kitabı ‘zafer’ nidalarıyla ateşe verdi. Enstitüden çıkan 12 binin üzerindeki kitap ve 35 bin fotoğraf, diğer ‘sakıncalı’ külliyat ile birlikte kül oldu. Kütüphanenin yağmalandığı ve kitapların yakıldığı sırada Paris’te dersler veren Hirchfeld, bir daha Almanya’ya geri dönmedi ve 1935 yılında burada hayatını kaybetti.

Naziler eşcinsellere yönelik saldırılarını 1935 yılında bir adım öteye taşıdı. Mevcut anayasadaki 175. Maddeyi daha da katılaştıracak biçimde yeniden düzenledi. Bu değişiklikler Nazilerin eşcinsel infazlarına yasal temel hazırladı. Bakanlık yetkilileri “erkekler arasında kriminal aktiviteler” kategorisini eşcinsellik olarak sayılabilecek her türlü davranışı içerecek şekilde değiştirdi. Nazilerin gizli polis teşkilatı Gestapo, eşcinsel olduğunu bildikleri ve düşündükleri herkesi kayda geçirdi, yaklaşık 100 bin kişi gözaltına alındı, 50 bin kişi tutuklanarak cezaevine, aralarındaki 5 bin ve 15 bin arası erkek de toplama kamplarına gönderildi.

PEMBE ÜÇGENLİ MAHKÛMLAR

Faşist rejime göre eşcinsel erkekler ‘zayıf’ olarak nitelendirildi. Kürtajı yasaklayan faşist rejim yaratılmak istenen “ari ulus” ve nüfusun artırılması doğrultusunda lezbiyenleri tehlikeli görmedi. Erkek eşcinsellerin lezbiyenlerden daha ‘tehlikeli’ görülmesinin nedenlerinden biri onların sahip olduğu biyolojik özelliklerdi. Faşistler kadın hayatına saygı duydukları için değil, üreme makinesi olarak gördükleri ve erkeğin arkasında gördükleri kadınları gümbür gümbür gelen II. Dünya Savaşı’na asker, fabrikalara çalışacak ucuz işgücü için kullanmak istiyordu.

Toplama kampında bir sınıflandırma biçimi olarak yakalarına yapıştırılan üçgenin ‘pembe’sini alan LGBTİ+’lar, mahkûmlar arasında en dikkat çeken grup olarak var oldu.
Pembe üçgenli mahkûmlara kamp çalışma sistemindeki en zorlu işler verildi. Kamp gardiyanları ve diğer mahkûmlar tarafından sıklıkla fiziksel, cinsel tacize maruz kaldılar. İşkence gördüler ve alenen aşağılandılar. Birçoğu insanlık dışı tıbbi deneylerde kobay olarak kullanıldı. 1945 yılında Kızıl Ordu’nun toplama kamplarını özgürleştirmesinin ardından sağ kurtulanların anlatımına göre pembe üçgene sahip olanlar, en ağır istismara maruz bırakılanlar arasındaydı.

AŞKI ÖZGÜRCE YAŞAMA HAKKI

II. Dünya Savaşı 76 yıl önce, faşistlerin yenilgisiyle sona erdi. Nazi rejiminin kendisinden olmayan herkese uyguladığı sistematik şiddetin, bir kişinin sadist dünyasına ait fikirler olduğunu söylemek büyük bir yanılgı olur. Eğer öyle olsaydı, yenildiğini anladığı gün intihar eden Hitler’in ardından biz ne faşizmi ne de ona karşı mücadeleyi tartışıyor olurduk. Bugün dünya genelinde yeniden yükselen neofaşist güçler de bunun bir kanıtı olsa gerek.

Hitler’in Yahudilerden önce toplama kamplarına LGBTİ+’ları, sosyalistleri, sosyal demokratları, sendikacıları, aydınları göndermesinin bir nedeni vardı. Dün de bugün de kendisinden olmayan herkesi zapturapt altına almak isteyen diktatörler, kurmak istedikleri mutlak rejime giden yolu, aynı cephede duranları, aynı cephede durabilecek olanları dağıtmaktan, baskı altına almaktan ve yok etmekten geçtiğini çok iyi biliyor. Görece “demokratik” yönetime sahip olduğunu söyleyen hükümetler ise taleplerin karşısında “ağza bir parmak bal çalmayı” marifet sanıp, sistemlerini sarsabileceklerini bildikleri daha büyük bir toplumsal mücadeleyi savuşturduklarını düşünebilir. Onurlu bir yaşam mücadelesini sadece kimlik etrafında tartışanlar ise bu bir parmak balla mutlu olup alkışlamaya devam edebilirler.

Yine de şunu unutmamak gerekiyor: Gökkuşağının renkleri adil bir dünya kurma mücadelesinin süsü değil. Bu nedenle mesele sadece aşk değil, mesele eşit, onurlu ve özgür bir yaşam talebi. 1970’lerde ABD’de eşcinsel hakları mücadelesi, siyahların ırkçılığa karşı mücadelesinden ayrı değildi. Bu mücadele birlikteliği ABD’de eşit yurttaşlık talebini güçlü bir şekilde büyütürken aynı zamanda sömürgeciliğin tartışıldığı bir karaktere de bürünmüştü. İlerleyen yıllarda İngiltere’de de dünyayı değiştirme talebi ön plana çıkmış, LGBTİ+ hareketi grevlerde en önde yer almıştı.
LGBTİ+ hareketinin arkasına aldığı mücadele tarihi verebileceğimiz daha birçok örnekle büyük ve cüretkâr hareketlerin içinden geliyor. Bu nedenle o bir parmak bal yetmiyor.

Her bir insanın aşkını özgürce yaşamaya, eşit işe eşit ücrete, onurlu bir hayat sürmeye hakkı var.

Arkalarına bazen Nazizmi bazen dinci gericiliği alarak saldıran faşistler hariç.