Atakan’a üzülmek, bir sosyal medya malzemesi haline getirmek, onu normalleştirmeye çalışmak yerine bizim biraz tuhaflaşmamız daha iyi olur sanki. Atakan’ın hırkası bize büyük geliyor anlayacağınız. Nadiren rastlayabileceğimiz bu çocuk hakkında düşünürken biraz da aynaya bakmak doğru olur derim ben.

Atakan’ın hırkası

Murat Tırpan

Geçen hafta on yaşındaki Atakan’la kitapçıda karşılaştık. Hani şu çoğumuzun pek uğramadığı, uğradığındaysa en fazla çok satanlar raflarıyla ilgilendiği yerde. Beş ayda iki yüz elli kitap okuduğunu duyduk, inanmadık tabii. Olur muydu hiç öyle şey, bu yaşta bir çocuk bu kadar çok kitabı okuyabilir miydi, bu işte bir hata vardı. Zaten TÜİK verilerine göre kitap okuma oranımız binde bir (yüzde 0.1) değil miydi? Atakan sözlerine “Merhabalar, esenlikler” diye başlamıştı. Esenlikler mi, o da neydi? Çoktan tavan arasına kaldırdığımız, küflü eski bir kelime. Bir zamanlar bize beyazcamdan esenlikler diler, ayrılırken de “esen kalın” derdi TRT spikerleri. Her şeyin iyi, sağlıklı olması anlamına gelen “esen kalma” durumu bu topraklarda çoktan unuttuğumuz bir halet-i ruhiye değil mi? Ülkede hepimiz uzun süredir iyi ve sağlıklı hissetmediğimiz için, en kötüsü de bu duruma alıştığımız için, özetle kimsenin esen falan kalacak hali olmadığı için de tuhafımıza gitti bu sözler.

Sonra hırkasına takıldık Atakan’ın. Bin bir süper kahramanlı, cinsiyete göre renklenen cafcaflı çocuk kıyafeti varken böyle hırka mı giyilirmiş hiç? Eskiden anne ve anneannelerin çocuklara ördüğü “sıcak tutar” diyerek -ki tutar- elleriyle giydirdiği, köydeki teyzelerin her daim üzerinde görebileceğimiz bu hırkaya burun kıvırdık. Hem bu tuhaf çocuk karşısında toplum olarak ne yapacağımızı bilemediğimizden hem elimiz ayağımıza, klavyemiz mouse’umuza dolaştığından hem de kopan fırtınada üç beş like da ben kazanırım fırsatçılığıyla viral darbeler indirmeye başladık. En politik doğrucu, en pedagojik cümlelerimizle Atakan’ın kitap okumak yerine başka şeyler yapması gerektiğinden dem vurduk sosyal ağ köşelerinde. Bu yaştaki bir çocuk böyle mi konuşurmuş, bu kadar kitap okumak anlamsızmış, yazıkmış, olmazmış. Oysa bu yaştaki çocukların etrafımızda ne yaptığına bakınca ne göreceğimizi bal gibi biliyorduk. Atakan sen git betonların arasına sıkışmış on metrekarelik parkta top oyna, her dakika önüne konan tablete yumul, hamburger ye, çizgi film izle, hatta en iyisi ikisini aynı anda yap!

Sonra “memleket normali” kavramını koyduk Atakan’ın kitaplarının karşısına. Atakan’ın videosunun altına herkesin memleketteki kendi Atakan’larını paylaşması bir savunma halinden. Stadyumlarda sloganlar atan, yemek masasında küfürler eden, “baba kafam almıyor beni okutma “diye bağıran çocukların videolarını kendimizi temize çıkarmak için paylaştık. Atakan tuhaftı ama öte yandan biz nasıldık? Memleketin normal hali bu diyerek halimize kılıf uyduran biz? Bütün savunmamız çocuğun on yaşında olmasıydı. Oysa on yaşında bir şeyler yapabilmesi değildi sorun; mesela o yaşta çılgın gibi top çeviren bir çocuk olsaydı ya da başarıyla komikli danslar etseydi, yetişkinler gibi şarkılar söyleseydi pek de yadırgamayacak, hatta “Yeteneksizsiniz Türkiye”ye çıkarıp eğlenecektik. Ama hayır, mesele onun on yaşında “kitap okuyor” olmasıydı.

Bir zamanlar popüler olan “Deney yapmaya çalışan çocuk” gibi olsaydı da dert etmeyecektik çünkü hatırlarsanız o videoda çocuk deney yapamıyor, annesi ben o suyu içiyorum diyerek elinden alıyordu. Yazıktı o çocuğa, yardım edilmeliydi. Oysa Atakan kocaman gözleriyle gözümüzün içine baka baka politikadan, eğitim sisteminden, ahlaktan bahsediyordu. Korkuttu bizi bu, dengelerimizi bozdu. Dedik ya asıl mesele o yaşta kitap okuyor olmasıydı, bunun getirdiği özgüven, hadi “bilgiçlik” de diyelim her neyse bu tavırdı. On yaşındaki bir çocuğun söyledikleri bizler için ciddi bir turnusol kâğıdı olmalıydı aslında, çünkü mesele Spinoza’ları, Richard Dawkins’leri, Rousseau’ları Atakan’ın okuması değil, asıl bizim okumamamızdı! Atakan’ın durumundaki aşırılık bizim hal-i pür melalimizi ortaya koyduğu için çok önemli. Bu küçük çocuğun dışarı çıkıp oynaması gerek diyenlerin, Atakan gerçek mi yoksa rol mü yapıyor diye merak edenlerin Spinoza okumuyor olması değil mi düşünmemiz gereken?

Delileri ve dâhileri dışlamak “memleket normalini” korumak için olmazsa olmazdır. Ya bir yere tıkılırlar ya kaale alınmadan yaşamak zorunda kalırlar ya da başlarına bir şey gelir dengelerimizle oynayanların. Deliler ve dâhiler her daim tehlikelidir. İyi hikâyeler, filmler de bu durumun örnekleriyle doludur, Beautiful Mind’ın John Nash’inin başına gelen budur, Gifted’ın babası da Mary’nin halini normale dönüştürmek için bu yüzden uğraşır. Midnight Special’in sıra dışı çocuğunu tehlike olarak gören devlet bu yüzden onun peşine düşer. Efsanevi Guguk Kuşu’nda ise malumunuz, normal olan dışardakilerden çok akıl hastanesindekilerdir. On yaşındaki bir çocuğun bu kadar kitap okumuş olması, siyasetçilere taş çıkarırcasına konuşup memleketin sorunları hakkında yorum yapabilmesi sıra dışı elbette. Zekâsı ve algısı gayet yüksek bir çocukla karşıyayız. Fakat burada önemli olan Atakan’ın temsil ettiklerinden bizim normalimizi tehdit ettiği için korkmamız.

Atakan hep gizlediğimiz -aslında kabul edip düzeltmeye çalışmamız gereken- eksikliğimizi gözlerini kameraya dikerek yüzümüze vuruyor: okumuyoruz. Sinemada da karakterin gözlerini kameraya dikerek bizimle konuşmasında böyle tedirgin edici bir yan yok mudur? Böyle çocuk mu olur, diyenlerin dönüp böyle memleket mi olur demesi gerekmiyor mu aslında? Tam da andığımız Guguk Kuşu filmindeki gibi tuhaf olanlar değil normal gibi görünenlerde değil mi sorun? Atakan’da değil, sokak röportajlarında bizi eğlendiren inanılmaz cahilce yorumlarda, abuk Tiktok videolarında, en fazla üç yüz kelimeyle konuşabilen ama yüzbinlerce fanı olan Youtuber’larda değil mi? Yıllardır bu işin içinde olan bir eğitimci olarak TV kanallarına rahatlıkla söyleyebilirim ki asıl haber Atakan değil, Spinoza’nın adını duymamış üniversite öğrencileri olmalı.

Beş ayda iki yüz elli kitap okuduğu için Atakan’a şaşırılan bir ülkede yetmiş vakıf üniversitesinin beşinde öğrenci başına bir, evet rakamla da yazalım sadece 1 kitap olmasına tepki veriyor muyuz? Kendimizi ne kadar yetersiz hisseden sahip bir toplum olmuşuz ki karşımıza çıkan bir çocuk böyle olduğu için onu eleştiriyoruz. Ya da aynı kalmasını ummak yerine mutlaka ileride değişir diyoruz. Hatta içten içe temenni bile ediyoruz, Atakan’ın büyümesi az gelişmiş toplumlar için de kontrol toplumları için de ciddi tehlikedir çünkü.

İşin ilginci Atakan da hal-i pür melalimizi çok iyi anlamış durumda. Muhtemelen haber editörleri üzerine atladığı için birden artan röportajlarından birinde, sevdiği kitaplar sorulduğunda tam ‘Richard Dawkins-Tanrı Yanılgısı’ diyecekken, ateizmi savunan meşhur kitaplardan birinin adını verecekken “Neyse onu söylemem size şey olur. Richard Dawkins-Kör Saatçi!” deyiveriyor. Bu ülkede otuz kırk yaşındaki adamların evrim teorisini pek anlayamadığını biliyor sanki. Bizitanıyor Atakan, birilerinin bundan doğaları gereği pek hoşlanmayacağını, birilerinin de idrakleri gereği hemen yanlış anlayacağını bildiğinden temkinli.

Orada burada küfür eden küçücük çocukların videolarını paylaşıp eğlenen insanlar elbette tuhaf buluyorlar “Her şeyden önce ahlak eğitimi verilmeli” diyen Atakan’ı. Atakan’a üzülmek, bir sosyal medya malzemesi haline getirmek ya da onu normalleştirmeye çalışmak yerine bizim biraz tuhaflaşmamız daha iyi olur sanki. Atakan’ın hırkası bize büyük geliyor anlayacağınız. Nadiren rastlayabileceğimiz bu çocuk hakkında düşünürken biraz da aynaya bakmak doğru olur derim ben. Hepinize esenlikler dilerim.