“AKP’ye başlarda belli bir hoşgörüyle baktığını” söyleyen Sinema Yazarı Atilla Dorsay “Ama bugün bu aşama geçildi. Bugün Türkiye’de yaptıkları soygunlardan yargılanmamaya çalışan bir tür çete var” diyor

Atilla Dorsay BirGün'e konuştu: AKP’ye hoşgörüyle baktık, aldandık!

ÖMÜR ŞAHİN KEYİF

FOTOĞRAFLAR: AYHAN GÜNER


Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, hafta sonunda 33. kez ‘Sinemamızın 100 Yılı’ temasıyla kapılarını açmaya hazırlanıyor. Fuar bu yıl onur yazarı olarak kendi deyimiyle “neredeyse 50 yıla ulaşmış sürekli, inatçı, idealist çabalar”ın sahibi Atilla Dorsay’ı ağırlıyor.

Son dönemde, İstanbul’un 20 yıldaki çöküşünü veren ‘Quo Vadis İstanbul’, kişisel tarihiyle karışık olarak Beyoğlu’nun çöküşünü anlatan, ‘Emek Yoksa Ben de Yokum’ ve ‘100 yılın 100 Türk Filmi’ gibi kitaplarını okuyucuyla buluşturan Dorsay’la Beyoğlu’nda bir sinema çıkışı buluştuk.

“Türk sinemasının 100. yılına borçlu olduğum bir seçim” dediği onur yazarlığını, Türkiye sinemasının 100. yılını, sansürü, Emek’i, Gezi’yi konuştuk…

*Kitap Fuarı’nın ‘onur yazarı’ olduğunuz bu dönemi kendi kariyeriniz açısından nasıl tarif edersiniz?
1995’de dünya sinemasının 100. yılı Kutlandığında, bırakın TÜYAP’tan bir ödülü, bir panelde konuşmacı olmak için bile davet almamıştım. Oysa arkamda 27 yıllık Cumhuriyet deneyimim ve en azından sekiz, 10 kitabım da vardı, şimdi 50 kitap oldu gerçi… Yazının her türünü denemek istediğim ve denediğim halde temelde sinemaya hiç ihanet etmedim. Türkiye’de en kıskanılan ödüllerden biridir TÜYAP’ın yılın onur yazarı ödülü, beni de kıskananlar olmuştur mutlaka; ama ödül ayrıca, kariyerimin zor bir zamanında geldi; gündelik basından kopuk olduğum ve dokuz ayda üst üste çok yoğun bir çalışmayla çıkardığım üç kitabın okurdan beklediğim ilgiyi görmediği bir dönemde... Bende büyük bir düş kırıklığı, büyük bir manevi bozgun havası egemen oldu. Neredeyse diyecektim ki artık yazıyı bırakayım, demek bu olay bitti… Ama bu ödül bütün bunları bir ölçüde çözümledi, inşallah devam edeceğim ben de...

'ELİF ŞAFAK OLMAK GEREKMEZ'

*Kitaplara ilginin azlığında dağıtım sorununun etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?

Kitapçılık, yani kitabevi işletme faaliyeti çok tuhaf bir hale geldi. Çok satan kitaplar hemen önleri işgal ediyor, sizin kitaplarınızı bir iki gün tutuyorlar, git gide daha gerilere, en son da depoya iniyor. Bunun tartışmasını yaptım hatta, Beyoğlu’nda çok sevdiğim Mephisto Kitabevi’yle. Üç kitabımı neredeyse almadılar. Bir tanesini gerçekten almadılar, çıkaran yayıneviyle kavgalılarmış. Kavganız benim gibi kendisini sizin dostunuz sayan bir yazar için de geçerli mi olmalı, dedim ve kızdım. Aşağı yukarı hepsi böyle ama… İlla listelerde başa geçen üç dört yazardan biri olmak zorunda değilsiniz, illa Elif Şafak, Ahmet Ümit, Zülfü Livaneli olmak gerekmiyor, ki hepsine çok sevgim ve saygım var, ben ve benim gibi yüzlerce yazar daha küçük kesimlere seslenen ama bu toplumun kültür hayatında belli ölçüde yeri olan işler yapmaya çalışıyoruz. Kitabevlerinin sunumunda bir eşitlik ve emeğe, mesleğe, çabaya saygı olmalı. Her şey çok ticari.

‘GEREKİRSE YİNE YÜRÜRÜZ'

*Edebiyatta da sinemada da sansür gündemdeyken, kapalı tutulan AKM’nin üzerindeki 100. yıl giydirmesi size ne hissettirdi? Nasıl bir havada girildi 100. yıla?

Çok acı. AKM’ye o koca panoları asanlar; yönetim, iktidar veya Kültür Bakanlığı hiçbir şey yapmadı. Kayıp bir sürü filmimiz var, ne onları saptayıp onarma kampanyasına girişildi, ne ciddi bir yayın yapıldı. İnternet sitelerinde bir okur anketi yaptılar, sözüm ona, en iyi 10 filmi saptadılar, bu kadar. Koskoca bir ulusal sinemanın 100. yılı, çok daha ciddi biçimde kutlanmalıydı.

Teknolojideki büyük ilerlemeler eski kapsamında bir sansürü imkânsız kılıyor. Ama ne yazık ki hükümet bu dönemde toplumun çok büyük kesimini karşısına almış olmanın ve bir çok muhalif sesi de susturma girişiminin etkisiyle beklenmedik alanlarda inanılmaz sansür uygulamaları deniyor. Antalya’daki sansür olayı eskisi gibi görkemli bir sansür olayı değildi çünkü artık öyle bir sansürü gerçekleştirmek olanaksız; ama o da önemli tabii… Sansürün hiçbir türüne hoşgörüyle bakmamak lazım. Çünkü bugün bu önemsiz dersiniz, yarın çok daha önemli ve ciddi çabalar olabilir. Her yıl belli sayıda projeye destek sağlıyor Bakanlık, yarın öbür gün ne olur, ‘tehlikeli’ buldukları hiçbir şeye devlet yardımı mı vermezler, böyle bir ön sansür mü olur, onu bilemiyorum, çünkü rejim git gide sertleşiyor malum.

Ama sansür bugün majör bir sorun değil, olduğu anda yine hepimiz ayağa kalkarız. Unutmayın ki biz 1977 yılında bütün ünlü sinemacılarla birlikte İstanbul’dan Ankara’ya yürüdük, gerekiyorsa yine yaparız.

 


*Kitabı hazırlarken bulamadığınız için izleyemediğiniz filmler oldu mu peki?
Muhsin Ertuğrul’dan bir, iki film daha izlemek istiyordum. 40’lardan Faruk Genç, Baha Gelenbevi gibi bazı yönetmenlerin birkaç filmini almayı hayal ediyordum, ama bulamadım ya da bulduğum kopyalar son derece kötüydü. O yüzden çok öfkeliyim, o filmlerin bir bölümünün en azından şu 100. yılda, ortaya çıkarılması gerekirdi.

*Emek döneminde de en çok mücadele edenlerden biriydiniz. O dönemde Gezi’nin öncülü olan bir süreçten geçildiğini bilmiyordunuz. Dönüp Emek’e baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Kendimi asla bir politik lider ya da bir militan gibi hissetmedim. Öyle sokağa çıkıp bağırıp çağırmaktan da pek hoşlanmam, biraz utangaç bir karakterim vardır. Ama Emek olayı başladığından itibaren, Emek’i kurtarma mücadelesinin tam yüreğinde yer aldım. Hatta ‘Emek yoksa ben de yokum’ diye bir yazı bile yazdım. Zaten Sabah’ı ve gündelik gazeteciliği bırakmam da Emek’in yıkılması dolayısıyla gerçekleşti… O bina haince yıkıldı; ama kendi kendine oluşan protesto eylemleri, Türkiye’de sivil toplum hareketleri ve sokak protestolarının artık neredeyse Batı ölçülerinde geliştiğini, insanların kültürel nedenlerle de sokaklara çıktığını gösterdi. Nitekim aradan iki ay geçti Gezi olayları başladı. Tabii Emek de öyle ama özellikle Gezi olayları Türkiye’nin politik tarihinde bir dönüm noktasıdır. Tek adam egemenliğinin Türkiye’de olamayacağı, her şeyin bir kişinin iki dudağı arasından dikte ettirilemeyeceği, diktatörlük olayını Türkiye’nin kaldırmayacağı anlaşıldı. O çabalar bitmedi, aksine hızlandı ve o anlayış bütün bir devlet mekanizmasının tam tepesine oturdu. Ama ziyanı yok, çünkü bunun karşıtı da ispatlandı, illa hükümetlerin dediği olmaz…

GEZİ EMEK'TEN ÖNCE OLSAYDI...

*Bugün olsa, Emek’i yıkamazlar mıydı?

Eğer bu iki olay (Emek ve Gezi) ters sırayla olmuş olsalardı, Emek’i de kurtarırdık. Ama Gezi’yi kurtarmamız da az şey değil. Çünkü o zaman Başbakan olan Erdoğan, Gezi olayını öyle küçümsedi ve ‘Onlar ne derse desin biz istediğimizi yapacağız’ anlamına gelen cümleleri öyle bir katılıkla salladı ki; oraya o kışla hayaletinin yapılmasını kaçınılmaz bir gerçek olarak görüyorduk o günlerde, ama böyle olmadı. O diktatör tavır, buyurgan eda, ‘Her şey benim dediğim gibi olur’ diyen kişilik, hayatında belki ilk defa pes etti, yaptıramadı…

*Bir dönem sadece siyah ve beyaz yoktur, diyor ve Hükümet’in, Kürt açılımı gibi, İstanbul’daki bazı projeler gibi kimi icraatlarını beğendiğinizi söylüyordunuz. Emek sizi çok öfkelendiren bir dönüm noktası mı oldu?
Geçen gün Oya Baydar’ın T24’te yazdığı yazıyı kelimesi kelimesine benimsediğimi söyleyebilirim. Ben de Baydar ve daha birçok insan gibi, AKP iktidarına başlarda belli bir hoşgörüyle baktım, çünkü halkın seçtiği bir iktidarın yönetime gelmesini ve kendi ideolojisiyle ülkeyi yönetmesini demokrasinin kaçınılmaz bir aşaması olarak niteledim.

Beyoğlu’nun dönüştürülmesine o kadar karşı çıkmadım, çünkü o yapıları belli ölçüde iyileştirmenin gerektiğine inandım. Ama ne oldu? Bugün Beyoğlu’nun bütün kültürel altyapısını oluşturan aşağı yukarı bütün kurumlar, ortadan yok olduğu gibi, Tarlabaşı’nın ürkünç bir operet dekoru gibi bir hayalet şehir haline geldiğini de hep beraber gözlemledik.

Bir takım politikaları külliyen reddetmek yerine iyi yanları varsa onları da görmeye çalışırım. Ama bugün bu aşama geçildi. Bugün Türkiye’de birbirine kenetlenmiş, var oluş nedenleri idealler olmayan, kendi içlerinde suçlandıkları şeylerden, yaptıkları soygunlardan yargılanmamaya çalışan bir tür çete var. Bir hükümet ama aynı zamanda başka bir tanıma göre bir çete. İşledikleri suçlar sağlam bir hukukun egemen olduğu bir sistemde çoktan yargı önüne giderdi. Ama görüyoruz ve biliyoruz ki yargı önüne gitmesi engelleniyor. O aşamadan geçtik, ama herkes geçti, Oya Baydar’ından Hasan Cemal’ine bütün AKP’ye vaktiyle hoşgörüyle bakmış insanlar bugün çok katı ve keskin bir muhalif çizgideler. Mea Culpa (Kişisel hatanın kabulü/ Benim hatam), diyelim ünlü Latin deyimiyle, bir dönemde yanılmış olduğumuzu kabul edelim.

 


''ESAS MİZAH ÜNLÜ'DE''

*Süreci desteklemiş biri olarak barış sürecinin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Barış sürecini iktidara karşı son derece olumsuz düşüncelerim çerçevesinde ele alıp yorum yapmak istemiyorum. Barış sürecinin AKP açısından samimi bir süreç olmadığına, amacın gerçekten Kürt kardeşlerimizle barış içinde yaşamak olmadığına inanıyorum. Ama ne olursa olsun verilmiş sözler var, iki tarafta da beklentiler var. Ziyanı yok barış süreci gerçekleştiği kadar gerçekleşsin, yeter ki Kürtlerle olan sorunlar çözülmeye doğru gitsin…

*Yüzyılın 100 Türk Filmi’ni neden ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’yle bitirdiniz?
Çünkü o filmi gördüm, âşık oldum. Bugün Türkiye’nin en büyük komedyeni Cem Yılmaz sayılıyor, benim de çok büyük bir saygım ve sevgim var ama bence son filmi güldürmüyordu. Sıradan basit güldürmeyi kastetmiyorum. Gerçek anlamda bir mizah duygusu içermiyordu. Bir de gidin Onur Ünlü’nün ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ filmindeki o kıpır kıpır, çağdaş, insanı yenileyen mizah duygusuna bakın. Esas mizah, en azından benim sevdiğim mizah orada. Dolayısıyla o filmi aldım. Ama şu anda kitabın ikinci basımı yapılıyor, bir film daha aldık, çünkü böyle bir kitabın ‘Kış Uykusu’ filmini içermeden sunulması hata olmuştu, ama yayınevi erkenden çıksın, dediği için öyle yaptık. Yeni baskıda kitap ‘Kış Uykusu’yla bitiyor. Şu dönemde bütün dünyada yapılmış en iyi filmlerden biridir.

***

''GÜNDAY VE SERBES'İ KEŞFETTİM''
“Türkiye’de sanata ilgi var. O kişisel dediğimiz filmler bile ilgi görüyor, Nuri Bilge’nin ‘Kış Uykusu’ neredeyse 500 bin kişi tarafından seyredildi. Halbuki zor bir film. Zor diye yorumladığımız edebi eserler de hiç fena satmıyor. En son Hakan Günday ve Emrah Serbes’i keşfettim. ‘Daha’yı ve ‘Deliduman’ı okudum, hayran oldum, edebiyata nasıl yeni ve sağlam sesler geliyor diye. Bundan Fuar’ı açış konuşmamda söz edeceğim. Türk sineması, edebiyatı, pop müziği, resmi gayet iyi yerlerde duruyor. O açıdan bir korku yok.”

***

'SABAH AKP BORAZANI OLDU'
*Sabah yazılarınızı bitirdikten sonra geri dönmeniz için telefonlar geldiği yazılmıştı. Ayşe Arman’a verdiğiniz söyleşide 'yandaş' dedikten sonra mı kesildi o telefonlar?


Galiba... Ama izninizle, bugünkü Sabah'la benim ayrıldığım Sabah arasında büyük bir fark var tabii. O günlerde Sabah, bu kadar yandaş bir gazete değildi. Mesela benim daha çok yerel yönetim ve şehircilik konusundaki sürekli eleştirilerime, hiç dokunmadılar. Bazı arkadaşlarımızın hükümeti bayağı eleştiren yazıları da çıkıyordu. Ayrıldıktan sonra Sabah tümüyle bir AKP borazanı haline geldi. Ne olup bitiyor diye bakmak için aldığım zaman, kimileri çok sevdiğim saydığım insanlar olan o yazarların haline acıyorum.

***

NEDEN?
*Türkiye sinemasının 100. yılı kutlanırken, 8 Kasım’da açılacak İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı’nın ‘onur yazarı’, Türkiye’de sinema deyince akla gelen ilk kalemlerden Atilla Dorsay oldu.