AB’li avukatlar, kendi ülkelerinde de polislerin sahte delil ürettiğini ancak Türkiye’nin aksine, hukuk devletinin bir gereği olarak yargıçların bu delilleri reddettiğini anlattı

Avrupalı hukukçular: Hukuk devletinde yargıç sahte delili reddeder

ONUR EREM- @onurerem

Çağdaş Hukukçular Derneği’ne ‘terör örgütü üyeliği’ suçlamasıyla açılan davayı izlemek için Avrupa Birliği’nin pek çok ülkesinden avukatlar geçen hafta İstanbul’daydı. AB’li avukatlar ÇHD üyelerinin yalnızca mesleki faaliyetleri nedeniyle terör örgütü üyeliğiyle suçlandıklarını söylerken “Aynı faaliyetleri biz de kendi ülkemizde yapıyoruz, bu suçlamalar kabul edilemez” diyor: “Türkiye’deki gözlemlerimizi kendi ülkemizde ‘hukuk devleti yok edildiğinde işte böyle şeyler yaşanır’ diye anlatacağız”.

​Almanya’dan Dünyada Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupalı Hukukçular Birliği (ELDH) üyesi ve Alman Demokrat Avukatlar Birliği Başkanı Dieter Hummel, İtalya’dan ELDH üyesi Barbara Spinelli, Avusturya’dan ELDH üyesi Clemens Lahner, Barcelona Barosu ve Avrupa Demokrat Avukatlar Birliği’nden Robert Sabata, Paris Barosu’ndan Alexandre Luc-Walton ve Matthieu Juglar ile hem Türkiye’deki hukuk skandallarını hem de Avrupa’da yükselen güvenlik politikalarını konuştuk:

Türkiye’de son dönemde siyasetin yargı üzerindeki etkisi hiç olmadığı kadar arttı. Avukatların topluca yargılanıp hapsedildiği, hâkim ve savcıların kitlesel olarak sürüldüğü, haklarında soruşturma açıldığı bir dönemdeyiz. Avrupa Birliği ülkelerinde en son ne zaman böyle örneklerle karşılaşmıştınız?

Robert Sabata: İspanya’da da bazı skandalların yaşandığı oluyor. Örneğin somut delil bulamayan polisler delil uyduruyor. Ama İspanya ile Türkiye arasında iki önemli fark var: Birincisi, Türkiye’de uydurulan sahte deliller mahkeme tarafından kabul ediliyor. Böyle bir şey benim ülkemde düşünülemez bile. İkincisi ise Türkiye’de devlet kadrolarındaki AKP - Gülen Cemaati çatışması nedeniyle sahte delil üreten polisler hakkında soruşturma açılıyor. İspanya’da böyle soruşturmalar görmüyoruz. Kısaca İspanya’da böyle bir örnek görmedim.

Matthieu Juglar:Fransa’da da böyle bir şey görmedik. Zira Fransa’da yargı Türkiye’deki gibi siyasal iktidarın bir enstrümanı haline gelmiş durumda değil.

Dışardan bakan birer göz olarak Türkiye’de hukuk devletinin ve kuvvetler ayrılığının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Robert Sabata: Teoride ve pratikte AB ülkelerinde kuvvetler ayrılığı vardır. Ama Türkiye’de güçler ayrılığını göremiyoruz. İktidar HSYK üzerinden yargıya büyük müdahalelerde bulunuyor. Her iktidarın yargıyı kontrol etme arzusu olur ama bunu engellemek için belirgin tedbirler ve mekanizmalar olur. Türkiye’deki tablo bizim için kabul edilemez bir noktada.

Clemens Lahner: Türkiye’yi de bağlayan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6. maddesinde yargının bağımsız olması gerektiği yazar. Türkiye bu yargısıyla AİHS’i ihlal ettiği gibi, pek çok davada yargıçlar diğer AİHS maddelerini dikkate almıyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) bozacağını bildiği kararlar veriyor. AİHM de verdiği kararlarda buna dikkat çekiyor.
Örneğin AİHM tam da Gezi eylemleri yaşanırken, birkaç yıl önce yine polisin barışçıl göstericilere saldırması üzerine açılan bir davada verdiği kararda Türkiye’yi mahkûm etti. Fakat Türk Hükümeti bu kararın ardından yasalarını ve uygulamalarını düzelteceğine Gezi’de daha fazla şiddet kullandı!

Hakkını arayan Türkler için tek yol olarak AİHM’e gitmek kalıyor. Fakat AİHM’in üzerinde Türkiye, Rusya, Gürcistan ve Romanya gibi ülkeler nedeniyle büyük bir iş yükü var, kararların çıkması zaman alıyor. Ayrıca Türkiye sadece tazminatı ödeyip geçiyor. uygulamalarını düzeltmiyor.

Bu davanın sizin için ne önemi var? Burada gözlemci olmanızın nasıl bir fonksiyonu var?
Clemens Lahner: Bizler meslektaşlarımızla dayanışmak için buradayız. ÇHD’li avukatların verdiği mücadeleleri görmek, işkence mağdurlarının, greve giden işçilerin, öğrencilerin, Gezi eylemcilerinin, Soma mağdurlarının yanında olduklarını görmek… Bütün bu insanlar için verdikleri mücadele benim için büyük bir ilham kaynağı oldu ve ülkemde mağdurların yanında olabilmek için büyük bir güç verdi. Avusturya’da da avukatlar olarak sorunlarımız var, mesela çok çalışıyorum ve az para kazanıyorum. Ama en azından mesleğimi yaptığım için kimse bana dayak atmıyor, gözaltına almıyor, tutuklamıyor. Bunları görmek bana çok güç verdi.
Bu dava teoride Türk avukatlara karşı açılan bir davadır. Ama isnat edilen suçlamaları dinlediğim zaman gördüm ki suçlanan avukatının müvekkiline susma hakkını kullanmasını söylemesi “terör örgütü üyeliği delili” olarak kullanılıyor. Oysa bu avukatın bir meslek faaliyetidir. Bu davada suç olarak gösteriliyor meslek faaliyeti.

Beni bir müvekkilim arayıp gözaltına alındığını söylediğinde kendine söyleyeceğim ilk şey susma hakkını kullanması, konuşmaması olur. Bu yüzden üstüme alınıyorum bu suçlamayı. Örneğin bir müvekkilim terörist bir örgüt içinde yer almakla suçlanıyordu. Ben de savunma yaparken o örgütün terörist olmadığını göstermeye çalıştım. Bunu Türkiye’de yapan avukatlar ise “terör örgütü üyeliği” ile suçlanıyor.

Alexandre Luc-Walton: Bu yüzden bu dava bütün avukatlara yapılmış haksızlıktır, buna sessiz kalamayız. Bunun için yanlarındayız. Ayrıca buradaki gözlemlerimizle Fransa’da kamuoyuna böyle yasalar çıktığında ne olduğunu göstermiş oluyoruz.
Buraya gelmek bana şunu hatırlattı: Hiçbir hak ve kazanım mutlak değildir, onu korumak için sürekli mücadele etmezsek elimizden alınabilir. Hukuk devletlerinde avukatlık yapan insanlar olarak kendimizi tehdit altında hissetmesek de kazanımlarımız elimizden giderse ne olacağını Türkiye’ye bakarak görüyoruz.

Alexandre Luc-Walton: Bu yüzden bu dava bütün avukatlara yapılmış haksızlıktır, buna sessiz kalamayız. Bunun için yanlarındayız. Ayrıca buradaki gözlemlerimizle Fransa’da kamuoyuna böyle yasalar çıktığında ne olduğunu göstermiş oluyoruz.

Buraya gelmek bana şunu hatırlattı: Hiçbir hak ve kazanım mutlak değildir, onu korumak için sürekli mücadele etmezsek elimizden alınabilir. Hukuk devletlerinde avukatlık yapan insanlar olarak kendimizi tehdit altında hissetmesek de kazanımlarımız elimizden giderse ne olacağını Türkiye’ye bakarak görüyoruz.

Robert Sabata: Türkiye’nin AB adayı olarak insan haklarına saygı göstermesi lazım. Ve bunun uygulanması için bizim de buradaki mücadeleye destek olmamız lazım.
Biz avukatlar için savunmanın savunmasını yapanlar, bunun için mücadele edenler etkileyici birer militandır. Bu yüzden onları destekliyoruz.

Mahkemeyle görüşme talebiniz reddedildi, daha doğrusu bir cevap bile vermediler size. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Robert Sabata: Yorum bile yapamıyorum.

Clemens Lahner: Edindiğim izlenim, Türkiye’de mahkemelerin işinin de zorlaştığı. Mahekeme bizimle görüşseydi siyasilerin tepkisini çekebilirdi.

***

TÜRKİYE'DEKİ İÇ GÜVENLİK YASASI İTALYA'YA ÖRNEK OLDU

hukuk-devletinde-yargic-sahte-delili-reddeder-47349-1.
Avrupa genelinde, Birleşik Krallık’tan Türkiye’ye kadar neredeyse tüm ülkelerde güvenlik adı altında anti-terör yasalarını genişletme ve polisin yetkilerini artırma eğilimi olduğunu görüyoruz. Bazı ülkelerde ifade özgürlüğünün yanı sıra savunma hakkını bile kısıtlayacak adımlar atılıyor. Kıta genelindeki bu eğilim hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dieter Hummel: Almanya’da anti-terör yasalarının geçmişi 1970’lerde RAF’ın (Kızıl Ordu Fraksiyonu) ardından çıkan yasalara dayanıyor. Günümüzde bunlara ek yasalar çıkmasından ziyade uygulamalarda yenilikler olduğunu görüyoruz. Gelişen teknolojilerle kitlesel gözetim yapılıyor. Polis artık insanların metadatalarını (üst verilerini) uzun süreler barındırabiliyor. Almanya’da bunun etkilerini hissediyoruz. Bunda Avrupa Birliği müktesebatının da rolü var. Aslında bunu uzun zamandır yapıyorlardı ama şimdi yasal kılıfını da hazırlamış oldular. Ayrıca polisin yetkisi ve rolü de artırılıyor.

Robert Sabata: İspanya’da da terörle mücadele yasaları ve terörle mücadele için özel yetkili mahkemeler uzun süredir var. Ülkemizdeki eğilim de polislerin bilgi akışını daha fazla denetlemesine ve sahte deliller üretmesine olanak sağlayan yönde. Bunda AB’nin en temel ilkelerinden birinin güvenlik politikaları olmasının büyük etkisi var. Europol (AB çapında çalışan Avrupa Polis Ofisi) bugün tüm AB ülkelerindeki insanları izleyerek kimin “terörist” olduğunu ulusal polislere bildiriyor, bir bakıma terörizmin de tanımını yapıyor. Toplumsal bir harekette yer alıyorsanız, bir örgüte üyeyseniz sizi hemen fişleyerek “tehlike” oranınızı ulusal polislere bildiriyor.

Barbara Spinelli: IŞİD’in güçlenmesi ve IŞİD sorununun küreselleşmesiyle birlikte AB devletlerinde güvenlik politikaları daha da etkili olmaya başladı. Bunun etkisiyle pek çok ülkede güvenlik politikalarına hizmet edecek yeni yasa taslakları hazırlandı, bazı ülkelerde yasalaştı.
Örneğin Türkiye’de çok tepki çeken İç Güvenlik Paketi görüşüldüğü sırada İtalya ve Türkiye’nin içişleri bakanları bir toplantı yaptı, toplantının hemen ardından İtalya’da da benzer bir yasa tasarısı hazırlandı. Avrupa ülkelerindeki bu eğilimler birbirlerine örnek olabiliyor.

Bu yasalarla birlikte bireysel ve kolektif haklar kısıtlanırken siyasi muhalefet de kriminal bir faaliyet haline getiriliyor, kriminalleştiriliyor. Polis genel olarak topluma karşı güçlendirilirken eylemlerde de müdahale etmeleri kolaylaştırılıyor. Polis de bu yasaları eylem esnasında ve sonrasında eylemcilere işkence etmenin bir aracı olarak kullanıyor. Ayrıca polisler kıta çapında sahte delil üreterek toplumsal hareketleri terörist gibi gösteriyor, baskılıyor.

Bütün bunlara rağmen, bir hukuk devletindeyseniz sahte deliller yargıcın önüne geldiği zaman serbest kalırsınız, o delillerle suçlanmazsınız. İşte Türkiye’de bunu göremiyoruz. Prosedüre göre beraatla sonuçlanması gereken davalar öyle sonuçlanmıyor. Biz ülkemizde de polisin sahte deliller topladığını görüyoruz. Ama bu deliller mahkemeye gelince yargıçlar bunları geçerli saymaz. İşte bu nokta hukuk devleti için bir ölçüttür. Bu nokta aşıldığında yurttaşlar siyasi muhalefetleri nedeniyle cezalandırılabiliyor ve Türkiye’de de bunu görüyoruz.

Uluslararası gözlemciler olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu atmosferde yasal prosedürlerin uygulanmadığını görüyoruz. İnsan hakları perspektifi, uluslararası anlaşmalar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi dikkate alınmıyor. Bu da demokrasinin olmadığını gösterir. En ciddi örneği de bugün olduğu gibi avukatlara karşı açılan davalar. Avukatlar savunmayı temsil eder, hukukun üstünlüğü ve insan hakları için mücadele eder ama Türkiye’de avukatlar savunmanın savunmasını yapmak zorunda bırakılıyor. Türkiye’de düzmece deliller üzerinden düzmece davalar sürdürülüyor, bu yüzden Türkiye’de demokrasi yoktur.

Alexandre Luc-Walton: Fransa’da da bu eğilim mevcut. 2011’deki saldırılardan sonra ve özellikle de bu yılki Charlie Hebdo saldırısının ardından terörle mücadele adı altında yeni düzenlemeler ve yasa tasarıları çıktı.

Charlie Hebdo saldırısından sonra siyasal İslam ve cihatçılarla ilgili tartışmalar arttı.
Ama Fransa’da çıkarılacak yasalar sivil toplum örgütleri, barolar, yargıçlar, avukatlar, basın ve geniş kitleler tarafından tartışılır, kabul görmezse çıkmaz. Çünkü bir hukuk devletinin polis devletine dönüşmesine karşı herkes hassastır. Hem mecliste hem de yargıçlar arasında yapılan tartışmalarla itiraz edilen maddeler kaldırılır.

Meclisteki tartışmalar kapsamında biz de baro üyeleri olarak davet ediliriz, uzman görüşü veririz. Bireysel özgürlükler açısından olası endişeler varsa onları anlatırız.

Çevirileriyle söyleşiyi mümkün kılan Delphine Azak, Sarah Caunes ve Ceren Uysal’a teşekkürler.