Bugün Fatih'in Ayasofya vakfiyesinin dokunulmazlığı üzerinden ahkam kesenlere, bizzat Fatih'in vakıflara en köklü ve en geniş çapta dokunan hükümdar olduğu anımsatılmalıdır. Gerçi bunların Cumhuriyet'le hesaplaşma peşindeki bugünün gericilerini durdurması beklenemezdi.

Ayasofya, neyin göstergesi?

Oğuz Oyan

Ayasofya'nın müzeden camiye dönüştürülmesi konusu üzerine yazılanlar hukuki ve siyasi düzlemlerde oldukça geniş tartışmaları ve eleştirileri kapsıyor. Osmanlı hukukunun Cumhuriyet hukukunun üzerine çıkarılması çabaları, hem 19. yüzyıl Osmanlı ikili hukuk sistemine geri dönüş hem Cumhuriyet hukuk sistemi ile Osmanlı hukuk "sistemi" arasında koşutluk/geçişkenlik yaratılması, hem de Cumhuriyet'in aydınlanmacı/devrimci kimliğine ve kurucu lider Atatürk'ün kişiliğine yeni bir saldırı olması bakımından not edilmeli.

İktidarın ikiyüzlü/çelişkili/fırsatçı/gayeci/teleolojik kimliğinin bir kez daha sergilenmesi üzerine kalem oynatmak bize bu aşamada yararlı bir çaba gibi gözükmüyor. Buna karşılık, Danıştay'ın önceki kararlarını ve dava savcısının iddianamesini görmezden gelerek, şekil açısından görüşmeyi baştan reddetmesi gereken bir davayı siyasi yönlendirme sonucunda esastan görüşmeyi kabul ederek, üstelik Cumhuriyet hukukunu yok sayarak davacı lehine oybirliğiyle karar vermesi, skandal niteliğindedir ve üzerinde ne kadar durulsa azdır. Türkiye, gelinen aşamada, yürütmenin yargıyı mutlak anlamda kontrol edebildiği ve üst yargının da aldığı kararlarla Cumhuriyet'in hukuk sisteminde değişiklik yapabildiği bir "eğreti hukuklu azgelişmiş ülke" sıfatını fazlasıyla hak etmiştir.


Bu yazıda Ayasofya konusunda yazılanları ve kendi yazdıklarımızı (bkz. Sol Portal, "Gündem Çarpıtma?", 14 Temmuz 2020) tekrarlamak niyetinde değiliz. Bizim meselemiz, vakıf kurumunu "İslam hukuk ve mülkiyet sisteminin" eşsiz ve adeta "kutsal" bir örneği gibi göstermeye yönelik tarihdışı çarpıtmalar olacak. Bunun için de biraz tarihte gezinmemiz gerekecek.

TARİHSEL KÖKENLER

Prekapitalist (antik ve feodal) devletlerin belirli kamu hizmetlerini sunma yükümlülüğü altında olmadıkları; merkezi devletin belirli imar faaliyetlerinin esas olarak askeri ihtiyaçların (yol, köprü, sur, su göleti/kanalı, konaklama mekanları vs. ve bunların bakımı) sonucu olarak ortaya çıktığı; diğer kamusal nitelikli hizmet ve imarların (tapınaklar, kilise ve camiler, arena/tiyatro gibi gösteri merkezleri, bazen eğitim yapıları, kent altyapısı vs.) ya ticari dürtülerle ya da özel bağışların (gönüllü/zorunlu) örgütlenmesi üzerinden sağlandığı; bunların da tek tanrılı dinler öncesine giden bir tarihi geçmişi olduğu doğru olarak kavranabilirse, vakıf ve benzeri yapıların bütün prekapitalist toplumlarla ortaklaşan ilişkisini kurmak kolaylaşır.

Bu bağlamda Batı ve Doğu Roma (Bizans) imparatorluklarının tarihsel deneyimlerinin/kurumlarının, hem Hıristiyan toplumları hem de 7. yüzyıldan itibaren tarih sahnesine çıkan İslam toplumları/kurumları üzerinde etkide bulunmamış olması düşünülemez. F. Braudel (La Méditerranée et le Monde Méditerranéen à l‘Epoque de Phillippe II, 1976, C.2, s.62) bölünemeyen ve büyük erkek çocuk üzerinden aktarılan bir aile mülkiyeti rejimi olan "majorat" kurumunu erken dönem Osmanlı vakıflarına benzetir. Anadolu Türk toplumlarında vakıfların kökeni ve Bizans veya İslam dünyasının etkisi konusunda tartışmalar canlıdır. (Bkz. N. Beldiceanu, "Recherches sur la Province de Qaraman au 16e siècle", JESHO, C.XI; ayrı basım s. 96; ve S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, 1974, C.1, s.130).

Vakıf, Osmanlı toplumunda, bireysel veya ailesel mülkiyetin özel bir biçimiydi ve çeşitli türleri bulunmaktaydı. Hayır amaçlı veya "kamusal/dinsel" hizmet odaklı diye tanımlanabilecek hayrî vakıfların yanında toprak/taşınmaz mülkiyetlerinin ve akarlarının aile malvarlığı içinde tutulmasını sağlamaya yönelik "evlatlık vakıflar" bir arada var olmuştur. Bunların karşılıklı ağırlıkları, tarihsel dönemin özelliklerine, devlet (sultan) ile egemen sınıflar ve egemen sınıfların kendi içlerindeki güç ilişkilerine ve bunların değişmesine, bu bağlamda devletin bireysel mülkiyetler üzerinde müsadere (el koyma) düzeneğini kullanma sıklığına bağlı olarak değişmiştir. (Bu konularda bkz. O.Oyan, Feodalizmden Kapitalizme, Osmanlı'dan Türkiye'ye, Yordam, 2016, s. 116-122 ve 302-303).

Vakfedilen mülk, vakfeden ve yararlanma hakkını elinde bulunduran bakımından satılamaz, ipotek edilemez; devlet bakımından ise müsadere edilemez ve özerk yönetimlerine karışılamaz bir mülkiyet türüdür. İşte evlatlık vakıfların tarihsel kökeninde de bu yatar: Aile mülkiyeti hem devletin el koymasından korunur, hem de İslam miras hukukunun parçalayıcı etkilerinden arındırılan bir sığınak işlevini görür.

ayasofya-neyin-gostergesi-758377-1.
İktidar, Cumhuriyet'in tasfiye ettiği feodal vakıf normlarına tutunarak, Ayasofya'yı camiye çevirmek üzerinden din istismarcılığı yaparak, neo-Osmanlıcılık oyununu oynayarak, kendisine alan açmaya yeltenmektedir. Tarihin çarkları geriye doğru çevrilemeyeceğine göre bu boşuna bir çaba olarak kalacaktır.



Bir taşınmazın vakfedilebilmesi için vakfedenin kişisel mülkiyetinde olması gerekir. Bu anlamda mirî topraklar tanım gereği vakfedilemez, çünkü askeri vd. hizmetler karşılığı dirliği/tımarı elinde tutanlar toprağın kuru mülkiyetine sahip değillerdir. Ama bunun çözümü erkenden bulunmuştur: Sultan temliknâmeleri (bir hakkın başkasına geçirilmesine izin veren belge) ile önce belirli araziler mirî topraklar dışına çıkarılarak serbest mülke/malikâneye dönüştürülür, daha sonra da vakfedilebilir. Osmanlı'nın ilk dönemlerinde Balkan fetihlerinde sağlanan geniş topraklar, padişah temlikhanelerinin hızla çoğalmasında ve mülk ve vakıf arazilerinin yaygınlaşmasında rol oynamıştır. (Ö. L. Barkan, "İmparatorluk Devrinde Toprak Mülk ve Vakıflarının Hususiyeti (1)", İstanbul Hukuk Fak. Mecmuası, 1942, C.III, s.906-942). Mirî sistemin gayrimüslim halklardan fethedilen topraklarda uygulanması gerekirken, Osmanlı Devleti, Anadolu ve Yakın-Doğu'nun daha önce Hıristiyanlardan fethedildiği gerekçesiyle buralarda da miri toprak rejimini uygulamıştır. Dolayısıyla, vakıfların Anadolu Selçuklularından Osmanlı'ya doğrudan geçişinden ziyade, gene padişahın temliklerine bağlı olan ve denetimi yapılabilen geçişler olmuştur.

VAKIFLAR DOKUNULMAZ MIDIR?

Hayrat amaçlı vakıflar birçok dinsel, sosyal, kültürel donatının (camiler, okullar, çeşmeler, hastaneler, yetimler/düşkünler evi vs.) yapılmasında rol oynamış olmakla birlikte, bu tür vakıflar her zaman azınlıkta olmuştur. Sultanın kendisi ve ailesinin (başta sultan analarının) vakıfları dışında kalanların pek çoğunun vakıf senedindeki hayrî amaçlarının dışına çıktığı ve kalıcı eserler bırakmadığı görülmektedir. Bu tür hayrî vakıflarda bile elde edilen gelirlerin büyük bölümü, kurucuya veya mirasçılarına ve imtiyazlı bir tabaka oluşturan vakıf yöneticilerine tahsis edilmekteydi.

Öte yandan, dini veya hayrî görünümlü vakıflar dahi, hukuk kurallarıyla önceden belirlenmiş bir çizgide hareket etmeye zorlanamadıkları gibi, ellerindeki fonları da "kâr dürtüsüyle" işletebiliyor, bir kredi kurumu gibi de çalışabiliyorlardı. Bunun da ötesinde, sadece toprak mülkiyetinden veya türlü kentsel taşınmazdan (dükkanlar, hanlar, haller) veya iltizam gibi vergi tahsil yetkilerinden gelen gelirler değil, tefeciliğe yatırılmış fonlardan gelen gelirler bile vakfedilebiliyordu. Zaten vakıfların kendileri dahi nakdî fonlarını tefecilik yoluyla nemalandırabiliyorlardı. Vakıflar tarafından borç olarak verilen faiz oranları yüzde 20'yi bile geçebiliyordu. (M. Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi", 1974, C.2, s.253).

Hayrî vakıfların amaçlarına uygun hizmetler üretmemesi, bunlara ve evlatlık vakıflara 15. yüzyılda büyük bir hücumun başlaması sonucunda mirî toprakların (ve merkezi gelirlerin) sürekli gerilemesi nedeniyle, Fatih Sultan Mehmet neşteri vurmak gereğini hissetmiştir. Mülk ve vakıf toprakları yeniden mirî arazi rejimine katmak üzere giriştiği cüretkâr toprak reformu, bütün hakim sınıfların (hem Türk-Müslüman hem de kul kökenlilerin) çıkarlarını doğrudan hedef almaktaydı. O kadar ki, o zamana kadar hep iktidar kavgası içinde olan bu hakim sınıf katmanları güçlerini birleştirmekte gecikmemişlerdir. Fatih'in 1480'deki bu teşebbüsü, sadece bir yıl sonraki ölümünden sonra hemen tersine çevrilmiş, mülk ve vakıflar yeniden eski sahiplerine geçmiştir. Fatih'in bu talihsiz teşebbüsünden hemen sonra ölmesi ise hâlâ şüpheli olmayı sürdürmektedir. (Birçok kaynak arasında bkz. V. P. Mutafcieva, "De la politique intérieure de Mahomet II le Conquérant", Studia et Acta Orientalia, C. V-VI, s. 253-265; H. İnalcık, ""Mehmed the Conqueror (1432-1481)", Speculum, S. XXXV/3, s. 408-427).

Buraya kadarki açıklamalardan konumuz itibariyle iki sonuç çıkarılabilir: Bir, sayılan nedenlerle, "vakıf-İslami kurum" özdeşliği kurulurken dikkatli olunmalıdır. İki, bugün Fatih'in Ayasofya vakfiyesinin dokunulmazlığı üzerinden ahkam kesenlere, bizzat Fatih'in vakıflara en köklü ve en geniş çapta dokunan hükümdar olduğu anımsatılmalıdır. Gerçi bunların Cumhuriyet'le hesaplaşma peşindeki bugünün gericilerini durdurması beklenemezdi.

1858 ARAZİ KANUNNAMESİ

Mirî toprakların fiili bireysel mülkiyete (özellikle çiftlik biçimindeki büyük toprak mülkiyetlerine) dönüşümünün yaygınlaştığı, buna karşılık gelire sıkışan devletin gücü yettiğinde "müsadere" tehdidini daha fazla kullanmaya meylettiği 18. yüzyıl koşulları, şer'î buyruklarca korunduğu varsayılan vakıfları gene tek sığınak olarak karşımıza çıkaracaktır. O kadar ki, ananevi/evlatlık vakıflar imparatorluğun her tarafında pıtrak gibi çoğalacaktır. Cezayir gibi uzak bir bölgede bile, toplam arazinin üçte biri vakıf arazilerden oluşacaktır. (Bu durum, kaplıca tedavisi için Şubat-Mayıs 1882 dönemini Cezayir'de geçiren ve ötedenberi Fransız kolonyalizmi öncesi Cezayir'deki mülkiyet rejimine özel bir ilgi gösteren Marx'ın da ilgisini çekecektir. Bkz: R. Galissot ve G. Badia, Marxisme et Algérie, Textes de Marx/Engels, 1976, s. 193-218).

1858 tarihli Arazi Kanunnamesi, imparatorluğun uzun süreli tarihi koşullarında ortaya çıkmış mülkiyet biçimlerini beş başlık altında gruplandıracaktı: (i) Mülk topraklar; (ii) Mirî topraklar; (iii) Sahici (Sahih) Vakıf toprakları; (iv) Metruk topraklar (kamu malları ve yaylak/kışlak/ mera/ harman yeri gibi köy orta malları); (v) Tarıma uygun olmayan ölü topraklar.

Sahici vakıflar, mirî araziden gayri nizami olarak devşirilen ve "sahici-olmayan vakıflar" olarak kabul edilen vakıflardan ayırdedilmek üzere "sahici" sıfatıyla düzenlenmişti. Kanunnameye göre temel ayırım noktası, sahici vakıflarda kuru mülkiyet hakkı vakıf idaresinde olduğu halde, mirî topraklar içindeki sahici-olmayan vakıflarda devlete ait olmasıydı. (B. Köprülü, Toprak Hukuku Dersleri, 1952, C.1, s. 22-71).

Vakfedilen taşınmazın bir akara sahip olması bu sistemin de ön koşullarındandır. Sahici vakıflar malı mülküyle halkın yararlanmasına/ kamu hizmetleri sunulan sahici vakıflar hayrî amaçlıdır. Diğer sahici vakıflar ise, kamusal amacı olmayan ve esas olarak icara verilen vakıflardır. Bunlar, aile bireyleri arasında mülkiyet transferini kolaylaştıran evlatlık vakıflara yakındır. Görüldüğü gibi 15. yüzyıl ayırımından çok da uzağa gidilememiştir.

CUMHURİYET DÖNEMİ VE SONUÇ

Cumhuriyet dönemi, henüz 1924 Anayasası'yla (ve bu Anayasa'nın 1928 ve 1937 değişiklikleriyle), laik bir hukuk devleti yönünde ilerleyerek Osmanlı döneminin feodal mülkiyet rejiminden kopuşa yönelmiştir. Bu Anayasa'nın özellikle 8, 26 ve 51. maddeleri yeni bir yasama ve yargı anlayışının yerleşmesi bakımından köklü bir kırılmayı simgeler.

1926 tarihli Türk Medeni Kanunu, 73 ile 81. maddeleri arasında vakıflara yeni bir düzenleme getirerek eski hukuk düzeninden, o zaman kadar geçerli olan 1858 Arazi Kanunnamesi'nden kopuşu ve Cumhuriyet hukukunun damgasını kalıcılaştırır. (Bu Kanunnamenin yalnızca yaylak/kışlak/mera gibi köy orta mallarını veya köy komünal haklarını düzenleyen hükümlerini yürürlükte bırakarak köylü haklarının 20. yüzyıl boyunca güvenceye alınmasını temin eder. Bu mülkiyet biçimine, 2001 yılında yenilecek olan Türk Medeni Kanunu'yla da ilişilmez. Bu mülkiyet biçiminin tasfiye sürecine sokulması için AKP iktidarı gibi sözde neo-Osmanlıcı ama sahici sermaye yanlısı bir iktidarın peydahlanması gerekecektir).

Üçüncü adım, 1935 yılında çıkarılacak olan Vakıflar Kanunu’dur. Kanun, 1926'dan önce kurulmuş vakıfları "mazbut vakıflar" olarak tanımlar ve yönetimini Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bırakır. 1934 tarihinde Ayasofya' nın müzeye dönüştürülmesine dönük Bakanlar Kurulu Kararı da aynı yönde atılmış tarihi bir adımdır.

Bundan sonrasını, 2008'deki yeni Vakıflar Kanununu ve Cumhuriyet döneminde vakıfların hukuki statüsündeki değişimlerinin incelenmesini medeni hukukçulara bırakalım. Sonuçlandırmak için, bir tarihsel fanteziye başvuralım: Bir bakıma Fatih'in 1480'de yarım bıraktığını Cumhuriyet rejimi tamamlamıştır...

Vakıflar, Osmanlı ekonomik/sosyal sisteminin değişken olduğu kadar durağan yapısı içinde gelişmişler ama prekapitalist bir mülkiyet rejiminin sınırlarını aşamamışlar; biriktirdikleri servetlerin sınaî üretim sermayesine dönüşmesinin kökeninde yer alamamışlar, bu bakımdan kapitalizm tarihinin dönüştürücü kurumlarından olamamışlardır.

Şimdiki iktidar ise, Cumhuriyetin tasfiye ettiği feodal vakıf normlarına tutunarak, Ayasofya'yı camiye çevirmek üzerinden din istismarcılığı yaparak, neo-Osmanlıcılık oyununu oynayarak, kendisine alan açmaya yeltenmektedir. Tarihin çarkları geriye doğru çevrilemeyeceğine göre, bu boşuna bir çaba olarak kalacaktır.