Anlayabildiğimiz kadarıyla Aktan, aydınlara ilişkin olarak kullandığımız “bağımsızlık” sözcüğünü, toplumdaki hegemonya ilişkilerinden, sınıflardan, sınıf mücadelelerinden bağımsızlık olarak yorumlamış. Oysa böyle olmadığı, böyle bir bağımsızlıktan söz etmediğimiz o kadar açık ki

Aydın “bağımsız” olunca çok mu fena olur?

METİN ÇULHAOĞLU

“Durumu” kısaca özetleyelim.

Önce, İrfan Aktan’ın Duvar’da “Şu Nuray Mert Hadisesi” başlıklı yazısı yayımlandı (www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/09/12/su-nuray-mert-hadisesi/). Ardından Gün Zileli kendi sitesinde “Şu Sartre Meselesi!” başlıklı yazısıyla Aktan’ın yazısına eleştirel yaklaştı (http://www.gunzileli.com/2016/09/12/su-sartre-meselesi/). Bu tartışmanın ardından biz de İleri’de “Bir Tartışmadan Hareketle Aydın ve Bağlanma” başlıklı bir yazı yazdık (http://ilerihaber.org/yazar/bir-tartismadan-hareketle-aydin-ve-baglanma-60046.html). Nihayet Aktan gene Duvar’da bizim bu yazımızı eleştirdi: “Metin Çulhaoğlu’nun Bağımsız Aydını Nerede?” (http://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2016/09/26/metin-culhaoglunun-bagimsiz-aydini nerede/).

Durum bu.

“Sert” polemiklere meraklı okurların hevesini kaçırma pahasına şimdiden söyleyelim: Öyle bir yazı okumayacaksınız; çünkü ortada bunu gerektiren bir durum olduğu düşüncesinde değiliz. Olsa olsa “yanlış anlama” söz konusudur ve biz de buna açıklık getirmeye çalışacağız.

“Bağımsız” derken ne kastedildi?

Aktan, yazımızdaki “bağımsızlık” vurgusuyla ilgili şunları yazıyor:

“Çulhaoğlu bu ‘tespitiyle’ sanırım Gramsci’nin ‘organik aydın’ tanımını ve genel olarak Gramsci’nin aydına dair değerlendirmelerini, tespitlerini bir kenara bırakıyor. Bir kere hegemonik bir siyasal düzenin tesis edildiği bir süreçte ‘bağımsız’ aydın, olsa olsa Gramsci’nin tabiriyle ‘üst yapının memuru’ veya her şeyi sindirmeye yarayan ‘mide suyu’ olabilirler.

“Biz açıkçası Gramsci’den bunun tam tersini okuduk. Gramsci ‘aydınların bağımsız olmadıklarını, ekonomik, korporatif ve kast ayrıcalıklarıyla temsil ettikleri sınıflara bağlı olduklarının altını çiziyor. Gramsci’nin ‘sınıfını’ Türkiye için etnik aidiyet veya hâkim Türk kimliğinin kodları olarak belirlediğimizde, salt sınıf bağlamlı değil etnik bağlamlı da bir ‘bağımsız aydından’ söz edilemeyebileceği iddiasına varabiliriz.”

“Yanlış anlama” meselesine gelmeden başka bir noktayı açıklığa kavuşturalım: Gramsci’nin tanımlarını, değerlendirmelerini ve tespitlerini “bir kenara bıraktığımız” yok… Ama bıraksak ne olacak? Şimdiye kadar kimseye ömür boyu Gramscicilik garantisi verdiğimizi hatırlamıyoruz. Gramsci bizim için değerli bir kaynaktır; okuruz, yararlanırız, ama yerine göre eleştiririz de. Kısacası, Gramsci’nin tespitlerini “bir kenara bırakmak” (ki ilgili yazı bağlamında böyle bir durum yoktur) ya da Gramsci’de bizim yazdıklarımızın “tam tersini okumak” kendi başına bir eleştirinin kalkış noktasını oluşturamaz.

Dedik ya, kimseye ömür boyu Gramscicilik garantisi vermedik, bu konuda sadakat yemini de etmedik…

Şimdi “yanlış anlama” meselesine gelebiliriz.

Anlayabildiğimiz kadarıyla Aktan aydınlara ilişkin olarak kullandığımız “bağımsızlık” sözcüğünü, toplumdaki hegemonya ilişkilerinden, sınıflardan, sınıf mücadelelerinden bağımsızlık olarak yorumlamış. Oysa böyle olmadığı, böyle bir bağımsızlıktan söz etmediğimiz o kadar açık ki… Yazımızda aynen söyle deniyor:

“Hemen belirtmek gerekirse, burada herhangi bir siyasal yapılanmaya üyeliği ya da bağlılığı olmayan (vurgular bizim), bu anlamda ‘bağımsız’ aydından söz edeceğiz.”

Aktan’ın, bir “siyasal yapılanmaya üyeliği ya da bağlılığı olmayan”, bu anlamda “bağımsız” her aydını “üst yapının memuru” ve “her şeyi sindirmeye yarayan mide suyu” saydığını sanmıyoruz.

Dava sahiplenen “bağımsız” aydınlar

aydin-bagimsiz-olunca-cok-mu-fena-olur-191798-1.

Örneklerle kısa bir tarih gezintisi:

19. yüzyıl sonlarında Fransa’da Emile Zola, azgın anti-Semitik içerikli Dreyfus davasında Dreyfus’e sahip çıkmış, ünlü “İtham Ediyorum” metnini kaleme almıştır. Bir aydın sahiplenmesidir ve herhangi bir siyasal-örgütsel aidiyetin dışında bir sahipleniştir.

Bertrand Russell yaşamı boyunca ödünsüz bir savaş karşıtı olmuştur. ABD’nin Viet Nam’da işlediği savaş suçlarına karşı kurulan “Mahkemenin” öncüsüdür. Bir aydın olarak davası barıştır, emperyalizm karşıtlığıdır. Ama “hümanist dernekler” dışında siyasal örgüt üyeliği olmamıştır. Zamanında aynı mahkemede görev yapan Mehmet Ali Aybar ise o sırada Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı olduğundan farklı konumdadır. Bu anlamda Russell gibi “bağımsız” değildir.

Noam Chomski 1960’ların başından bu yana ABD dış politikasının sert bir eleştiricisi olarak ön plana çıkmıştır. “Dava adamı” bir aydındır, sahiplendiği “davalar” arasında Kürt meselesi de vardır ve bildiğimiz kadarıyla “Dünya Endüstri İşçileri Sendikası” dışında özel bir örgütsel aidiyeti yoktur.

Eğer “Kürt meselesi” ise akla ilk gelecek isimlerden biri herhalde İsmail Beşikçi olacaktır. Bu davayla ilgili olarak kaç yıl, kaç ay, kaç gün hapis yattığını belki kendisi de tam olarak hesaplamamıştır. Son olarak “Kürdistan’ın aslında dört değil beş parça olduğu” görüşünü ortaya atmıştır. Bildiğimiz kadarıyla, Kürt davasını ödünsüz sahiplenme ötesinde özel bir örgütsel bağı olmamıştır.

Uzatmadan, bu kez özel bir mağduriyetten, barış davasından ya da bir ulusal sorundan değil de “sınıf davasından” hareket eden günümüz aydınlarıyla bitirelim: Korkut Boratav, Taner Timur ve daha nicesi…

Hepsi, özellikle tasrih ettiğimiz (açıkça belirttiğimiz) anlamda “bağımsız” aydınlardır.

Bütün bu isimlerin “üst yapının memurları” ya da “mide suyu” olduklarını Aktan’ın da kabul etmeyeceğine eminiz.

Aydının “bağlanması”

Aktan’ın yazısındaki asıl önemli nokta, M. Ali Kılıçbay’dan hareketle önerdiği aydın-entelektüel ayrımı…

Üzerinde durulması gereken, önemli, ön açıcı olabilecek bir ayrımdır. Ancak iki noktayı belirtmek zorundayız. Birincisi: Önemli ve ön açıcı teorik saptamaların henüz geliştirilip olgunlaştırılmadan mutlaklaştırılması, “kesin doğru” ya da “yerleşik norm” sayılması, dahası başkalarına yönelik eleştirilerde mihenk taşı olarak kullanılması pek makbul bir yaklaşım sayılmamalıdır. İkincisi: Türkiye’de “aydın” ve “entelektüel” sözcükleri genellikle birbiri yerine kullanılmaktadır. Bu konuda saklambaçtaki gibi “entelektüel dersem çık, aydın dersem çıkma” denilebilecek bir noktaya gelinmemiştir ve gelineceği de kuşkuludur.

Daha önceleri sıkça verdiğimiz bir örnekle devam edelim.

Bugün yaşamayan Marksist iktisatçı ve düşünür Paul A. Baran’ın 1961 yılında Monthly Review dergisinin Mayıs sayısında yayınlanan “The Commitment of the Intellectual” başlıklı makalesi zamanında büyük ilgi çekmiştir (http://monthlyreview.org/1961/05/01/the-commitment-of-the-intellectual/). Bu makale çok erken yitirdiğimiz Mehmet Selik tarafından “Aydınların Görevi ve Sorumluluğu” olarak Türkçeye çevrilip Leo Huberman’ın “Sosyalizmin Alfabesi” adlı çalışmasıyla birlikte yayımlanmıştır (Doğan Yayınları, 1976).

Selik bugün yaşıyor olsaydı çevirisini “Aydınlar” yerine “Entelektüeller” olarak değiştirir miydi, bilemeyiz. Gene de 1976 yılındaki çevirinin bu bağlamda herhangi bir sorun yaratmadığını biliyoruz.

Baran makalesinde “entelektüel” ile “düşün emekçileri” arasında ayrım yapar:

“(…) entelektüeli tanımlayan, onu düşün emekçilerinden ve aslında başka herkesten ayıran, tarihsel sürecin tamamına yönelik ilgisinin öyle değip geçen bir ilgi olmayıp düşüncesine nüfuz eden ve çalışmasını önemli ölçüde etkileyen bir ilgi olmasıdır.”

Demek ki Baran’a göre entelektüelin ayırt edici özelliği tikele değil tümele bakmasıyla, onu görmeye çalışmasıyla ilgili. Baran devam ediyor:

“(Hegel’in ifadesine başvurursak) bu ‘hakikat bütünlüktedir” ilkesi, kendi içinde, bütünlüğün herhangi bir tikel parçasını veri olarak almayı ya da analizden muaf saymayı reddetmenin kaçınılmaz gerekliğini de barındırır.”

Şimdi, “aydın” ile “entelektüel” arasındaki ayrımı kabul etsek bile bunun bir kez oluştuktan sonra statik bir yapıya kavuşan, kategorik bir ayrım olamayacağını görmek gerekir. Tarihin akışıyla birlikte bir dönem için gerçekten “entelektüel” denebilecek kişilerin daha sonra “aydın” ya da “düşün emekçisi” konumuna gelmeleri mümkün olduğu gibi, bir dönemin “aydınlarının” kendilerini bu kez Baran’ın tanımladığı anlamda “entelektüel” konumuna taşımaları da mümkündür.

Kuşkusuz, entelektüellikten aydınlığa ya da aydınlıktan entelektüelliğe yolculuğun salt bireyin kendi iç dinamiklerine, hesaplaşmalarına bağlı olduğunu söylemiyoruz; tarihsel dönemlerin özellikleri, ülkede mevcut genel durum, konjonktür vb. bu yolculuğun önemli faktörleridir. Bir ek daha yapalım: Aydınlıktan entelektüelliğe yolculukta bireyin iç dinamikleri görece ağır basabilir; ancak, entelektüellikten örgütsel-siyasal angajmana geçişte dış etkenler her zaman daha ön planda gelir.

Bize göre süreç böyle işler, “diyalektiği” budur ve eğer böyleyse herhangi bir davayı sahiplenen aydınlara (ya da entelektüellere) “böyle kalırsan, sahiplenişini örgütsel-siyasal angajmana kadar taşımazsan, bu anlamda ‘bağımsızlığını’ sürdürürsen Gramsci seni fena yapar, ona göre…” demek büyük bir haksızlık olacaktır.

Aktan böyle diyor demiyoruz; yazımızı yanlış anlamış olması nedeniyle söyledikleri buraya çıkabilir diyoruz.

Tam olarak ne demiştik?

İleri’de yayımlanan yazımızda şunu demiştik:

“Bağımsız aydının ‘sahiplenmesi’, ‘desteği’, ‘bağlanması’ vb. bir siyasal taraf ya da temsilciden önce ve bunlardan bağımsız biçimde, doğrudan doğruya olgunun ya da durumun kendisiyle ilgilidir. Bağımsız aydın, kendini böyle ‘kurar’ ve daha öte bir tercihte bulunmadığı sürece hep böyle kalır. Bu durumda, örneğin Kürt halkının ezildiğini, varlığının inkâr edildiğini, mağdur ve madun olduğunu düşünen, bu konuda sözünü söyleyen bir aydın, belirli bir sorunu sahiplenmiş demektir. Bir sahiplenmedir; ama tam karşılığıyla ‘siyasal angajman’ değildir.”

Yazının bu bölümünde söylenen, az önce verilen, Zola’dan Beşikçi’ye uzanan örnekler ışığında düşünüldüğünde yeterince açık değil mi?

Tarihsel süreçlerde ortaya çıkan, şekillenen, kimisi “sorun” kimisi “durum” tanımına daha uygun düşen olgular, her zaman, kendi siyasal temsilcilerini ve örgütlenmelerini önceler. Kronolojik anlamda da senkronik anlamda da böyledir. İlkinden kastettiğimiz, olgunun kendisiyle siyasal-örgütsel temsili arasındaki zaman aralığıdır. İkincisinde ise, olgunun kendisiyle siyasal-örgütsel temsili eşzamanlı sayılsa bile, analitik önceliğin olgunun kendisine tanınması gerekir. Başka bir deyişle, hiçbir siyasal irade, var olmayan bir olguyu kendisi yaratamaz.

Eğer böyleyse, aydının ya da entelektüelin fark etmekten bilince çıkarmaya, oradan sahiplenmeye ve nihayet angajmana uzanan yolculuğunda belirli kertelerin yaşanmasından doğal bir şey olamaz.

Hepsi bu kadardır.