Koşarak uzaklaştı. Bir kahvehaneye girdi. Kahvehanedekilerin meraklı ve şaşkın bakışlarına aldırış etmedi. Duvardaki boy aynalarına baktı bir bir. Gözleri iri iri açıldı. Düşecek gibi oldu. Dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Gizli bir güç bütün kanını damarlarından çekmiş gibiydi. Kulakları zonkluyordu. Yüreği hızlı hızlı çarpıyordu. Aynı düştü gördüğü: Kendisi yoktu. Görüntüsü olması gerekirken bir at vardı.

Ayna-1

TACİM ÇİÇEK

adam, birkaç günden beri oldukça garip davranıyordu.
bu da evdekileri üzüyordu. ama kimse cesaret edip de
nedenini ona soramıyordu.

Adam, aynanın karşısına geçti, her zamanki gibi. Tahta sandalyeyi yanına çekti. Tıraş takımını sandalyenin üzerine koydu. Sonra yüzünü sabunladı fırçanın yardımıyla. Gözlerinden başka bir yeri görünmez oldu neredeyse. Tuhaf tuhaf baktı aynaya. Yine şaşırdı. Garipleşti. Öfkelendi içinden. Odadakilere sezdirmemeye çalıştı kendince. Oysa odadakiler de meraklı gözlerle ona bakıyorlardı ve ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Çünkü ne vakit tıraş olmak için aynanın karşısına geçse farkında olmadan aynı hareketleri yapıyordu.

Üstelik anlaşılmaz bir biçimde bir şeyler söylüyordu. Gördüklerine inanamıyordu. Aynada, kendisinin yerine; mavi gök içinde ve bulutların üstünde durmadan koşan, bir şeylerden kaçan veya kurtulmaya çalışan bir at görüyordu. Her tıraş vakti bu kâbusu görüyordu. Kimseye anlatamıyordu. Bir başına da bundan kurtulamıyordu. Bu yüzden morali bozulmuştu. Rengi solmuştu. Yaşama zevki kalmamıştı. Bu olayı yaşamamak için tıraş olmamayı düşündüğü de oldu ama bu olanaksızdı. Sakallı olmayı hiç mi hiç sevmiyordu. Hem başka başka biçimlerde yorumlanmasın hem de üstüne bir şeyler eklenmesin diye içine atıyordu. İnsan çevresindekilerin diline düşmeye görsün, bir düştün mü bir daha kolay kolay kurtulamazsın. Onların dilinde sakız olacağına öl daha iyi çünkü. Böyle düşünüyordu ve haksız da değildi. Gözlerini birkaç kez kapayıp açtı. Yine de gördü sonucun değişmediğini.

“Hayal görüyorum yine” dedi içinden. “Olacak şey mi bu! Deliriyor muyum yoksa? Peki niçin böyle oluyor?! Anlatsam bir bela, anlatmasam bambaşka bir bela… Ama bunun bir açıklaması, anlamı olmalı, di mi ya! Çünkü işyerinin tuvalet ve soyunma odasının aynalarında bu atı görmüyorum. Yüzümün kırışıklıkları, saçımın akları gözüme çarpmıyor. Kırk beşimde değil de yirmi beşimde gibi görüyorum o aynalarda kendimi. İşyerinin aynaları yüzümü, bir fotoğrafçının rötuşladığı vesikalık fotoğraflar gibi gösteriyor canım…”

Bir ses işitir gibi oldu. Dönüp odadakilere baktı. Hepsinin korkudan ve meraktan iri iri açılmış gözleriyle karşılaştı. Seslenip seslenmediklerini imledi. Seslenmediklerini belirten imler aldı onlardan. İrkildi iliklerine kadar. Gözlerini yumdu bir an için. Kendini dinledi. Sesin içinden geldiğini anladı sonunda. İçinden gelen sese kulak verdi.

“Işıklardan olmalı o söylediğin,” dedi içindeki ses, “loş ışıkların egemen olduğu yerlerdeki aynalara aldanma. Seni olduğun gibi göstermezler sana. O aynalardaki görüntün bir yanılsamadır. Bu yanılsama ve kandırmaca kendine yolculuk yapmaman içindir. Kendine yolculuk yapamayan bir insan da gerçek kendisi olamaz.”

Buna isyan etti. “Hayır hayır,” dedi içinden; öfkeli biçimde. “ayna her yerde aynadır. İş loşluğa kalırsa, bizim ışıksız gecekondumuz daha loş. İşin içinde benim anlayamadığım bir gariplik var, anlıyor musun beni? Bırak yüzümdeki bıçak izlerini sözde yaşadığım yılların ya da saçıma düşen şu akları da bir kenara, beni, ben olarak bile göstermiyor şu karşısında yıllarca tıraş olduğum ayna! Pardon yıllarca tıraş olmak için karşısına geçtiğim ayna bana oyun edince onu parçaladım. Gidip yerine başka bir ayna aldım, sonuç yine aynı. Bu, şu an karşısında bulunduğum ayna onuncu ayna desem inanır mısın bana? Tersliğin aynalarda değil de bende veya bu evde olduğunu düşünmeye başladım. Tanıdıklardan başlamak üzere gecekondulardaki dostların, arkadaşların aynalarında da aynı düşü gördüm ve yaşadım. Durmadan koşan bir at karşıma çıkıyor, ne vakit bakacak ya da tıraş olacak olsam… Bu yüzden sorun bende belki de, kafamda… Diyeceğim ama aynaya bakmadığım vakit aklıma gelmiyor bu at. Garipliklerden biri de bu bence. Bu at benliğime, içime yerleşti artık. Ondan kurtulamayacağım, ne yaparsam yapayım. Ne yapacağımı, ondan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Her şey eskisi gibi olsun istiyorum, olmuyor! Yalnızca evimizdeki aynayla değil bütün aynalarla barışık olmak istiyorum… Kendimi görmek istiyorum aynalarda!”

İçindeki sesten karşılık alamayınca açtı gözlerini. Aynada o atı gördü. İvedilikli sabun köpüğünü sildi yüzünden. Havluyu fırlattı bir köşeye. Odadakilere aldırmadan, bakmadan dışarı fırladı. Koşarak uzaklaştı. Bir kahvehaneye girdi. Kahvehanedekilerin meraklı ve şaşkın bakışlarına aldırış etmedi. Duvardaki boy aynalarına baktı bir bir. Gözleri iri iri açıldı. Düşecek gibi oldu. Dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Gizli bir güç bütün kanını damarlarından çekmiş gibiydi. Kulakları zonkluyordu. Yüreği hızlı hızlı çarpıyordu. Aynı düştü gördüğü: Kendisi yoktu. Görüntüsü olması gerekirken bir at vardı.

“Gerçekten deliriyorum! Tanrım bana yardım et. Sana uygun bir kul değilim belki, ama o kadar günahkâr değilim. Unutma ki bakmak zorunda olduğum çocuklarım, karım var. Yalnız bir adam olsam önemli değil. Kalbimi benden iyi bilirsin Tanrım. Aklımı alma başımdan ne yaparım sonra onsuz! Sana karşı hangi ektiğimin karşılığını biçtiriyorsan hemen söyle doğrusunu yapayım. Öyle akılsız bırakma beni el içinde. Al canımı da kurtulayım. Bana bir şeyler oluyor! Bunu anlayamıyorum. Anlamam için bana yardım et Tanrım!” dedi içinden. Gözlerini bir yumdu, bir açtı. Bir daha yumdu, bir daha açtı. Değişen bir şey yoktu. Hemen kahvehaneden çıktı. Bilinçsiz bir biçimde kendini ayaklarına bıraktı. Yürüdü… Sokakları, caddeleri geçti. Birlikte yürüyen insanlara çarpa çarpa ilerledi. Söylenenleri işitmedi. Yalnızca kendisi varmış gibiydi yeryüzünde. Bir ara aniden durdu. Başını kaldırdı. Çalıştığı fabrikanın önünde olduğunu anladı. Bekçi kulübesine yöneldi. Bekçi ona kapıyı açtı. Kulübeye girdi. “Soyunma odasında bir şey unuttuğunu söyledi, bakıp geleceğim” dedi. Bekçi gülerek izin verdi ona. Bir tuhaflık olduğunu fark etti, ama unut tuğunun önemli bir şey olmasına yordu bunu. Üstünde durmadı. Soyunma odasına gitti. Odada kimse yoktu. Odadaki aynalara baktı. Kendisiyle göz göze geldi. Hatta yirmi beş yaşımda gösteriyorlar dediği gibi görünüyordu bu aynalarda. Üstündeki baskılar kalkmış gibi rahatladı biraz. Sevindi azıcık. Hemen tuvalete gitti oradan. Tuvaletteki aynalara baktı bir bir. Değişen bir şey yoktu burada da. Hep olması gereken gibiydi görüntüsü. At yoktu aynalarda. Kendisi vardı…

Fabrikadan çıkarken çok mutluydu. Fabrikanın ön kapısındaki çadırlara, çadırların önündeki işçilere, işçilerin grev şenliğine hiç aldırmadı. Uçarcasına ayrıldı oradan. Caddelerin, sokakların canlılığına, kalabalığına tanık oldu. Yaşadığını, yaşamın içinde olduğunu anımsadı. Ama bu sevinci uzun sürmedi. Aniden durdu yüzü asıldı. Gözleri çakmak çakmak oldu. İnanmak istemedi önce, bu yüzden başını çevirdi vitrinlerden yana. Bir ümitle baktı vitrinlere. Yine görüntüsü kaybolmuştu. Durmadan koşan o atla göz göze geldi. Sağa sola zikzak yapan at içindeki bütün güzel düşünceleri alıp götürdü ondan. Soğuk soğuk terledi. Gözlerini yummayı istedi. Bunu başaramadı. Bir el gözkapaklarını tutuyordu sanki. Vitrinlerden çevirdi başını. Onlara bakmadan yürümeye çalıştı. Kendisinden nefret etmek istemiyordu. Bütün cesaretini topladı, yakında olduğunu çok iyi bildiği üstelik de kırdığı bütün aynaları satın aldığı aynacıya yöneldi. Bir ara sokağa saptı. Çeşit çeşit aynalara baktı. Aynalarda hep kendisini gördü. At yoktu. Buna bir anlam veremedi. Kuşkulandı. Bir neden bulmaya çalıştı, ama bulamadı. Hızlı adımlarla eve döndü. Odaya girdi. Biraz oturdu. Cebinden sigara paketini çıkardı. Bir sigara çıkarıp yaktı ve iki üç nefes çekti. Karısı, bir gölge gibi önüne bir kül tablası bıraktı ve köşesine çekildi.

(Öykünün ikinci kısmı bir sonraki hafta yayımlanacaktır.)