Göçmenlere karşı yürütülen ‘dışlayıcı’ politikalar, şehir efsanelerini de beraberinde getiriyor ve sağ iktidarlar bu yalanları kullanmaktan geri durmuyor.

Ayrımcılık yalanla besleniyor

Tom HuggIns-Teasdale

Yasak bölge ne demektir? Tanımı itibarıyla yasak bölge, girmeniz için güvenli olmayan bir bölgeyi ifade ediyor. Son zamanlarda İngiltere’de Müslüman mahalleleri üzerinden bu tartışmanın döndüğünü görüyoruz. Son örneği Daily Mail gazetesinde gördük. Gazete Didsbury’deki bazı mahallelere beyazların girmesinin ‘güvenli olmadığını’ öne sürdü. Habere eşlik eden görselde Didsbury’deki bir camii görülüyor ve mahallede ‘şeriat bölümü’ olduğu öne sürülüyordu.

Haber kısa sürede tepkiye sebep oldu ve bölge sakinleri Didsbury’nin çoğunlukla beyaz insanlardan oluşan bir nüfusu olduğuna dikkat çektiler. 2011 nüfus verilerine göre Camiinin olduğu bölgede nüfusun yüzde 43.93’ü Hıristiyan, yüzde 5.07’si ise Müslüman. Dolayısıyla bu bölgede beyazlar açısından bir tür ‘yasak bölge’ olduğunu öne sürmek gerçekçi değil.


Organize suçta ilk suçlanan göçmenler

Geçmişte yasak bölge kavramı organize suç sorununun yaygın olarak görüldüğü ya da çatışmaların yaşandığı şehirler için kullanılırdı. 1950’li yıllarda Hong Kong’un Kowloon mahallesi ya da 1960’lı yıllarda Kuzey İrlanda’nın ‘Özgür Derry’ mahallesi bunlara birer örnek. Fakat bu kavramın Müslüman nüfus ile özdeşleştirilmesi 2000’li yıllara denk geliyor. 2002 yılında David Ignatius tarafından yazılan bir makalede, Paris’in bazı bölgelerinin ‘geceleri yasak bölge haline geldiği’ ifade ediliyordu.

Tartışmaya sonrasında beyaz milliyetçiler ve sözde ‘terörizm uzmanları’ da katıldı. ABD’de Fox News’e çıkan Steven Emerson, ABD ve Avrupa’da bu tür yasak bölgeler olduğunu söyledi, Birmingham şehrine Müslüman olmayanların giremediğini öne sürdü.

Siyasetçiler ve dönemin başbakanı David Cameron bu iddiaları reddetti. Paris belediye başkanı Anne Hidalgo, Fox News’i dava edeceğini söyledi. Hem kanal, hem Emerson özür diledi ve iddiaların asılsız olduğu kabul edildi. Fakat zarar kalıcı oldu. Resmi özür açıklaması yapıldıktan yalnızca bir gün sonra, aynı iddialar bir Cumhurbaşkanı adayı tarafından tekrar edildi.

Bu söylemin göçmen karşıtı kişiler tarafından tekrar edildiğini defalarca gördük. Nefret Değil Umut isimli oluşumun ‘Nefret Durumu’ başlıklı raporuna göre Birleşik Krallık vatandaşlarının yüzde 37’si Müslüman çoğunluktan oluşan ‘yasak bölgelerin’ şeriat hukuku ile yönetildiğine inanıyor.

Göçmenlerin ekonomik katkısı

Birleşik Krallık son yıllarda yürürlüğe koyduğu yasalarla da göçmenlere karşı ‘güvensizliği’ besliyor. Göçmenlerin ‘ekonomik katkısı’ kabul ediliyor ve sağlık sistemine katkı payı ödeyen yabancıların sayısı her gün artıyor. Buna rağmen aynı olumsuz algı sürekli körükleniyor. Üstelik bu yaklaşım muhafazakâr siyasetçilerle de sınırlı değil. Aynı hamaset dilinin medya tarafından çokça tekrar edildiğini görüyoruz.

Medya eliyle yayılan yalanlar etkiliyor

Tüm bunlar bize ‘öteki’ olarak gördüğümüz kişilerden korkmamız ve onlara güvenmememiz gerektiğini söylüyor. Aşırı sağcı gruplar bu argümanları kolaylıkla benimseyip, düşmanlaştırmak istedikleri gruplar özelinde adapte edebiliyorlar. Halkın üçte birinin komplo teorilerine inanmasını da bu açıdan okumak gerek. Sözünü ettiğimiz artık gülünüp geçilebilecek ‘radikal’ bir görüş değil, gerçek bir tehlike.

Söylemler yaygınlaştıkça beyaz milliyetçisi gruplar da cesaretleniyor, düşüncelerini ve argümanlarını kamusal alanda çekinmeden dile getirmeye başlıyorlar. Milliyetçi medya organları bu tip asılsız iddiaları manşetten duyuracak kadar rahat davranabiliyorsa, belli bir meşruiyet zemini yaratılmış demektir. Bu tür dedikoduları çürütmez ve yayılmalarına göz yumarsak er ya da geç gençler de bu tip gruplara kurban gidecektir.
Müslüman toplulukların bu konuda tek sözcü olmasına izin veremeyiz. Sorumluluk toplumun tamamına ait. Asılsız iddiaları görmeli ve bunlara karşı çıkmalıyız. Manşetlerimizi süsleyen zararlı iddialarla ancak böyle mücadele edebiliriz.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: Tribune Mag