Ayvalık üzerinden Nazım’a… (1)

Serdar ÇELİK

Nâzım’ın, “…nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını, / ne gül suyum, ne gümüş leğenim var” dediği 4. karısı Münevver’in kaçış öyküsü.

Nâzım, 17 Haziran 1951 Pazar sabahı Plehanov isimli Romen gemisine binmeyi başararak kaçar ve o günden sonra uzun hasret yılları başlar. Sonrasında şiirlere de konu olan mektuplaşmalar başlar, Münevver ile Nâzım arasında.

Hasretlik yılları devam ederken 1958 Haziranında Stockholm’de yapılan Barış Konferansında Nâzım İtalya delegesi Joyce Salvadori Lussu ile tanışır. Joyce şairin şiirlerine hayran kalır ve ailesinin durumunu öğrenir. Hatta orada bazı şiirlerini Fransızcadan İtalyancaya çevirir. Nâzım eğer daha fazla çevirmek istersen Münevver sana yardımcı olur diyerek onların ilişkiye geçmelerini sağlar. Joyce 1960 yazında İstanbul’a gelip Münevver ve oğluyla tanışır, evlerinde kalır. Bu ziyaretten sonra onları kaçırmayı aklına koyan Joyce Lussu önce İtalyan Komünist Partisi’nden yardım ister fakat bir netice alamaz.

18 Kasım 1960 günü Nâzım, Ekrem Babayev’in şahidi olduğu törensiz bir nikahla Vera ile evlenir. 1961’in Nisanında Paris’te 40 gün balayı yaparlar. Vera Paris’ten yalnız döner çünkü Nâzım Mayıs ayında Küba Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak Havana’ya gidecektir. Bu seyahatten önce Paris’te Joyce Lussu ile karşılaşan şair onun Münevver’i kaçırma planını dinler, gerçekleşirse çok sevinirim der fakat Vera ile evlendiğini söylemez.

Nihayet 1961 yılının Temmuz ayında zengin iş adamı Carlo Giullini’yi ikna eden Joyce onun Triton marca görkemli yatıyla Sakız’a gelirler, bir gece otelde kaldıktan sonra ertesi sabah Türkiye’ye doğru yola çıkarlar fakat büyük bir fırtınaya yakalandıkları için ancak 8 saatte kıyıdaki bir askeri bölgeye ulaşırlar. Daha sonra yanlarına yanaşan bir sahil güvenlik botu onlara eşlik eder ve hatta onları otele kadar götürür. Bu durumda deşifre olduklarını düşündükleri için Carlo ve kaptanı Armando kuzeye doğru çıkmaya, Joyce ise uçakla İstanbul’a Münevver’in yanına gitmeye karar verir. Üç gün içinde Ayvalık’ta -her kentte olacağını varsaydıkları en büyük meydandaki en güzel kahvede- buluşmaya karar verirler.

Joyce İstanbul’a uçar, Münevver, çocukları ve gerekli bir kaç eşyayı alır ve sabaha karşı saat beşte sessizce evden ayrılıp Karaköy’e gelirler. Joyce’nin anılarından oluşan ve bu kaçışın detaylarının yer aldığı “Il Turco in Italia ovvero L’Italiana in Turchia” (İtalya’da bir Türk veya Türkiye’de bir İtalyan) adlı kitapta anlattığına göre; dikkat çekmemek için aldıkları üçüncü mevki biletiyle bindikleri vapurla Bandırma’ya gelirler. Oradan da Joyce’un “Her an dağılacakmış gibi ilerleyen bir buharlı trenle” sabaha karşı saat dörtte Balıkesir’e ulaşırlar. “Çöl gibi bir yerdi sadece istasyonun karşısında bir kaç tozlu palmiye vardı” dediği palmiyeler hâlâ oradalar. Meydanda sadece cılız atların bağlı olduğu üç tane at arabasından başka bir şey göremeyince tekrar istasyona dönüp Gar Şefi ile konuşmak isterler. İstanbul’dan çıkarken kararlaştırdıkları gibi ne Münevver ne de çocuklar tek bir kelime Türkçe konuşmayıp turist gibi davranmaktadırlar. Kendisini tarihi ve turistik yerleri gezen Amerikalı bir gazeteci olarak tanıtan Joyce biraz Almanca bilen Gar Şefi’ne Bergama ve Ayvalık’a gitmek için bir araç aradıklarını söyler. Şef şehirde özel otomobili olan sadece üç kişi bulunduğunu ve bunlardan birinin onlara yardımcı olabileceğini söyleyerek dışarı çıkar ve garın önünde yırtık pırtık kıyafetleriyle üç kuruş para kazanmaya çalışan çocuklardan biriyle bu adama haber gönderir. Çok geçmeden hiç de güven vermeyen şişman bir adam 1940 model Buick marka eski bir araba ile orada belirir. Dolar olarak astronomik bir para ister, uzun pazarlıklar netice vermeyince mecburen arabaya binerler. “Sık saçları tozdan dimdik olmuş suskun sürücümüzle toza ve kuma bulanmış ağaçların arasından engebeli ve yokuşlu-inişli yolları aşarak paslı ve yamuk bir tabelanın Ayvalık diye gösterdiği sapaktan saparak saat 20:15’te kasabaya ulaştık” diyor kitabında Joyce. “Deniz kıyısı boyunca uzanan kasabanın görkemli bir görüntüsü vardı ve ay tepelerin arkasından doğuyordu, sadece iki tane kahvehanenin olduğu meydanı bulmak zor olmadı, meydanda iki denizciden başka kimsecikler yoktu” diye tasvir ediyor Ayvalık’taki ilk izlenimlerini. Ortalıkta tekne gözükmüyordu, yabancı olmadıkları ortaya çıkar korkusuyla otelde de kalamazlardı eğer Münevver yakalanırsa çok kötü bir iş yapmış olabilirlerdi. Bu karamsarlık ve umutsuzlukla meydanda yağmur ve güneşten yıpranmış bankların üzerinde oturuyorlardı. Neyse ki dolunay vardı. Bir saatten fazla bu şekilde sessiz oturduktan sonra meydana açılan yollardan birinden yanında resmi kıyafetli adamlar ve arkasından pek çok kasabalının geldiği Carlo etrafı bir sürü her yaştan çocukla çevrili, neşe içinde sanki bir mucize gibi belirivermişti. Meğerse teknesiyle bir kaç gündür kasabalıları gezdiriyor hatta mehtap gezisine çıkartıyormuş. “Birden bağrışa çağrışa sarmaş dolaş olduk” diyor Joyce.

Hızla meydanın ilerisindeki bir iskelede bağlı olan Triton’a ulaşırlar, kaptan Armando bunları görünce tekneyi çalıştırmış hatta halatları bile çözmüştür. O sırada resmi bir görevli Münevver’e kimlik sorsa da anlamamazlığa gelip hızla tekneye binerler. Tam halatlar iskeleden kayarken resmi memurların arasından ceketli ve kravatlı bir bey, elinde tuttuğu ayakkabıları ile “Ben de geliyorum” diyerek çevik bir hareketle köprüye atlar ve gülerek tekneye çıkar. “O anda adamı denize atmamak için kendimizi zor tuttuk” diyor Joyce. Sonra bu adamın iki çocuk babası genç bir eczacı olduğunu öğrendiklerini ve koyun çıkışında onu kıyıya yanaşarak karaya çıkarttıklarını fakat arkasından ayakkabılarını atmayı unuttukları için bu iyi giyimli adamın muhtemelen uzun bir yol yürüyerek evine yalınayak döndüğünü hatıralarına yazmış Joyce. Tabi şimdi bütün Ayvalıklılar bu kişinin kim olduğu üzerine yorum yapıyor olabilirler.

Öykünün devamı haftaya