100. yaşın kutlu olsun Aziz Dede, nasılsa yine yazarım senin için, bu günlerde, bu karanlıkta erkenden anmak istedim seni. Ne çok şeyi sezmiştin, ne çok şeyi söylemiştin, bugünleri yıllar öncesinden bildirmiştin, soru değil hayret olsun diye yazayım istedim, ‘Aziz misin Nesin?’

Aziz misin Nesin?

HAYDAR ERGÜLEN haydaree@yahoo.com

Kendi kendimize şımardığımız günlerdi. Kimsenin kimsenin kıymetini bilmediği günlerdi demek de isterim. Herkesin birbiriyle dalga geçtiği, düşmandan beter davrandığı günler. Şimdi burnumuzda tüttüğüne bakmayın, yo yoo bakın, o günlerdeki gibi çok olsak, coşkulu olsak, ıslıklı, bulutlu, gülüşlü olsak ama birbirimize kaşlarımızı hiç indirmesek, küsmesek, hayat bayram olsa, hayat devrim olsa diyecektim.

Kahkaha Çiçeği: Bir yerden duymuş gibiyim. Bazı çiçekler duyulur. Fısıltı Çiçeği de var sanırım, duymak isteyenler için. Kahkaha Çiçeği bol güneşli yerleri seviyor, kahkaha da çiçek gibi açtığından mı bu adı vermişler, belki de açarken güldüğünden. Belki de şimdi “evlerin ışıkları bir bir sönerken” dişleri göstermenin, güneşe çıkarmanın tam zamanı.

30 yıl kadar önce Cumhuriyet’in Dergi adlı ekinde okumuştum. Güzel Sanatlar’da çıplak modellik yapan bir kadın, sürekli aynı konumda durmanın yol açtığı bel ve omurga ağrılarından, bir de yaz bile olsa fakültedeki atölyenin soğuk olduğundan söz ediyordu. Gazetecinin “peki ne yapıyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıtı unutmadım: “Güneşe çıkıp dişlerimi gösteriyorum!” Gülüyormuş demek ki, belki de kahkaha atıyormuş, derken kahkaha ağızdan ağıza...

Tarkovski’nin düşüncesine katılıyorum, şiir her yerdedir ve her şey şiir olabilir. Bazı şeyler daha çok şiir olabilir elbette, hep kederin şiire yakıştığını düşünürüz, evet ama ezber şiire yakışmaz. Gülmek, kahkaha, bunlar ses, müzik, ahenk, ritm, duygu, düşünce, hakikat ve oyun olarak şiir, üstelik de şiirin sadece yazılı değil, gülüşlü de olacağını gösteren güzellikler.

Bazen sözcüklerle severiz, bazen sessizlikle, bazen renginden, bazen kokusundan, bazen de çizerek, göstererek. Sevmek için bahane çoktur ama gerek de yoktur. Gülmek için de öyle, her şey hazırdır işte. Devlet, yani erk, adı üstünde erkek olduğu için, ona gülmek yakışmaz, yakışmadığı gibi, fıtratında da “karı gibi ne gülüyorsun lan?” demek vardır. Fıtratı filan bilmem ama insanın doğasında gülmek vardır, kahkahanın doğasında ise şiir.

Bunu birkaç kez yazdım yıllar içinde. Sarkis Paçacı’nın çizgilerini çok severim. 80’lerdi sanırım, şöyle bir karikatürünü gördüm. İki-üç çizgiyle hem yoksulluğu, hem acıyı, hem burukluğu hem de şiiri çizmişti. Yokluğu kadar bile var olmayan bir evin ha var ha yok kapısında ikisi bir kişi zor edecek bir karı-koca. Adam işsizliğe gidiyor yine, akşama da ıssızlığa dönecek. Kadın soruyor:- Akşama ne pişireyim? Adamın yanıtı insanı ağlatacak cinsten:-Tavuskuşu! 

Yaz. O bizi bekleyedursun demeyiz, biz onun yolunu gözleriz. Daha kaç yaz diye sayarız. Yaz bahçeleri, yaz şarkıları, yaz filmleri, yaz aşkları. En çok yazları dururuz fotoğrafa ya da en sevdiğimiz fotoğraflara ‘Yaz Hatırası’nın önünde dururuz. Çocukluk yazdır, gençlik yazdır, ilk öpüşler yazdır, her yaz baştan sona hayatın bir provasıdır, sahnesidir. İnsanı yazlar hazırlar kışlara, güzlere. Ondandır yaz ölümlerinin kıştan ağır olması.

Ne çocuk yaz, ne genç yaz, erken ölüm gibi erkenden biten, kapanan, kararan yazlara geldik. Şimdi “Karanlıkta Kahkaha” zamanları. Çocuklar erkenden büyütülüyor, erkenden ölüme yollanıyor, erkenden şehit ya da kahraman oluyorlar. Ne çocukları seviyoruz ne gülmeyi, ne çiçek dolusu kahkahamız var ne de dişlerini güneşe gösterip ‘nasıl iyi parlıyorlar mı?’ diye soranımız. ‘Şiir anayasaya aykırıdır’ demişti Cemal Süreya, gülmek de öyle, hele hele kahkaha atmak! Yani kadın gibi bir şey işte, anayasaya aykırı ama doğanın ta kendisi! 

Yazıyoruz çiziyoruz, kızıyoruz, şaşırıyoruz, öfkeleniyoruz, acıdan ya da sinirden güldüğümüzü söylüyoruz, ağlıyoruz, acıyoruz, ‘gitmek mi zor kalmak mı?’ diyoruz, gitmeyeceğimizi biliyoruz, hayret ediyoruz, hayret güzeldir, biz gördüklerimize, duyduklarımıza inanamıyoruz, bu kadarla kalmayacağını biliyoruz... Ve işte o zaman Behçet Necatigil’in “yazmaya Orhan Kemal olacaktı” dizesi geliyor aklımıza. Ondan esinle “anlatmaya Aziz Nesin olacaktı” diyoruz. Hem de Aziz Nesin’in 100. doğum yılında. Yaşar Kemal’in “o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” dediği de rivayet değilmiş meğer, masal, efsane, söylence, destan hiç değilmiş! Gitmişler!

1980 öncesi, nasıl bir şımarıklıksa artık, devrim yapıyoruz telaşı mı sosyalizm geliyor sevinci mi, her neyse, birbirimize sonra bakarız, sonra özen gösteririz, sonra kadir kıymet biliriz, nasılsa devrimden sonra her şey düzelir, çözülür, yoluna girer kendiliğindenciliği mi, bilmiyorum, hani nerdeyse “kimsenin kimseye gözü değmiyorsa devrim niye?” diyebileceğim bir haller olmuştu bize. Aynı mahalleden birileri “Aziz Nesin, sen nesin?” diye topluca ve şımarıkça bağırmışlardı. Şimdi çok aradığımız, “neredesin?” dediğimiz Aziz Nesin.

100. yaşın kutlu olsun Aziz Dede, nasılsa yine yazarım senin için, bu günlerde, bu karanlıkta erkenden anmak istedim seni. Ne çok şeyi sezmiştin, ne çok şeyi söylemiştin, bugünleri yıllar öncesinden bildirmiştin, soru değil hayret olsun diye yazayım istedim, ‘Aziz misin Nesin?’