O gece uyumadan önce yıldızlara bakmıştım. Pencereyi açmıştım. Hava serindi. Ayaklarımı sarkıtıp pencereye oturmuştum. Tabii ki asla atlamayacaktım. Uçacaktım ulan…

Babasız kızlar zıkkımı

SİNEM SAL - @sinemsal

“Çirkiniz…”
Perihan Mağden

Ölüm çok sert bir şey evet. Ama bazen ölmemek de. Bundan yaklaşık bir yıl önce terapistimle olan bir seansım sırasında şiddete dayalı bir çocukluk geçirdiğimi öğrendim. Geçirmişim meğer. Oluvermiş işte. Ben anlamadan, o çocukluk gelmiş gitmiş. Hem de tüm şiddetiyle.

Hayatım şiddet merceğinde büyürken bulanıklaşan bir leke gibiydi. Çocuktum. Eteğim vardı. Kırmızıydı. Annem almıştı. Büyük ihtimalle bayramdı. Ben bayramdan nefret ediyordum. Çünkü bayramlarda diz kapaklarımı birbirine yaklaştırarak oturmak zorunda kalıyordum. Ama kırmızı eteğim kabarıktı. Fırıl fırıl döndükten sonra kanepeye oturunca, daha havalı oluyordu. Havaya izin vermezlerdi. Oturup nefessiz kalmalıydım. Öyle yapmıştım.

Bir sene geçmişti. Yaz günüydü. Denize gidecektik. En büyük deniz bizim denizdi ve ben onun içinde kuğu gibi yüzecektim. Annem, şahane bir bikini almıştı bana. Deniz havlusunun üstünde yatacaktım. Kovamın içine doldurduğum kumla eşsiz mimari anlayışımı plajlara taşıyacaktım. Kısmet değilmiş. Benim güzelim bikinimin üstüne beyaz bir tişört geçirdi annem. Aha? N’oluyordu ulan? Neyin nesiydi şimdi bu boktan beyaz tişört? Niye üstümdeydi ve benim o anda güneşten kızarması gereken bembeyaz kollarımı kapatıyordu? “Şşşşt,” dedi iri mavi gözlerini açarak annem, “buraya dayınlar getirdi bizi. Onun dediğini yapalım.” İyi de anne, hani verdiğin sözler, hani kollarım nerede, diyemedim. Kenara çekildim. Kola şemsiyesinin altında kös kös oturdum. Burası dayımın imparatorluğuydu ve benim ne işim vardı? Kumunuz da deniziniz de sizin olsun dedim o gün. Babasız kız çocuğuydum. Dayım babamdı. Artı bir.

Sanki hata yapmak üzere tasarlanmış bir makineydim. Ölen babamdan çok, arkasından peydahlayan babalara kahroluyordum. Kullanım kılavuzum her gün değişiyor. Yüklenen programlarım tek tek siliniyor, hareket alanım kısıtlanıyordu. Herkes bana sahip çıkmalıydı. Kol kanat germeliydi. Ama ne kol kanat… Bazen sakince, işaret parmağımla boğazımı gösterip “pardon da…” diyesim geliyordu, “kolunuz beni gırtlaklıyor şu anda.”
Hop, liseye geçmiştim. İstanbul’dan uzaklaşmıştık. Küçük bir şehirde sessiz bir hayat sürüyorduk. Annem vardı. Ben vardım. Baba yoktu. Oh, bir rahat nefesti her şey. Ben biraz aykırıydım ya da ayrıksı bilemiyorum. Aşık olmuştum. Dev gibi bir çocuktu. Ben de bacak kadar, incecik bir kız. Bir gün dışarı çıkmıştık. Hiç unutmuyorum. Yazdı. Beyaz bir pantolon giymiştim. Beyaz bir gömlek. Çok güzel görünüyordum. İlk yetişkin giysilerimdi. Kot değildi. Heyecanlıydım. Karşı karşıya geldiğimizde, sevgilim-çocuğun gözlerinde önceden başka gözlerde tanımladığım bir duyguyu görmüştüm. Adımlarımız birbirine yaklaşıp orta yerde buluşunca, “Bu ne şimdi?” demişti. İçim görünüyormuş. Olmazmış. İnat etmiştim. Sokağın ortasında ettiğimiz kavga, beyaz pantolonuma gelen bir tekmeyle son bulmuştu. Simsiyahtı pantolon. Ben iyiydim canım, ama insanlar kötü. Buna inanmalıydım. Sevgilim babamdı. Artı iki.

Üniversiteye geçmiş, o küçük şehrin hayal kırıklıklarını da orada bırakmıştım. Artık İstanbul’daydım. Şansıma aile apartmanı düşmüştü. Annem, kardeşlerinin yanında yaşamak istemişti. Eyvallah. Başarılı bir öğrenciydim. Yurt dışında hatrı sayılır üniversitelerden burs kazanmıştım. Gidememiştim. Bana edilen tekliflerin çıktısını alıp duvarıma asmıştım, gidemedik bari çağrıldığımızı bilsinler diye. Çünkü annemi yalnız bırakmamalıydım. Ne demek anneyi yalnız bırakmak canım? O kadın başına nasıl var olsun, ben kız başıma n’apacaktım hem? Ne işim vardı, yurt dışında okumakla, kendimi donatmakla, kendime ve insanlığa faydalı bir kadın olmakla? Daha neler… Annem, geceleri yalnız kalamazdı. Ben sevgililerimle görüşemezdim. Üniversite neden böyle bir şeydi ki? Annem, sevgilim olmuştu. Onu yalnız bırakmamak için, akşamları eve erken giderdim. Annemin kocasıydım. Annem, babamdı. Artı üç.

Biraz daha akıllanınca, geceleri geç gelmeye başladım. Sokaklarda içmeyi, içince kendimi bulmayı öğrenmiştim. Sakallı çocuklara aşık oluyordum. Onlar da bana. Yaşam, önümde uzanıyordu sanki. Ama aramızda buzlu bir cam vardı. Dank, diye geçiriyordum kafayı. Bildiğim kendimi gömüyordum ben o cama.

Bir gece, sabaha karşıydı. Eve geç gelmiştim. Annem aramıştı. Merdivenlerden çıkarken sessiz çık demişti. Olur demiştim sessiz çıkarım. Apartman kapısını açıp ışığı yakmamıştım. Merdivenin ilk basamağında, ayakkabılarımı çıkarmıştım. İnce çorabım vardı. Mermerin soğukluğunu hissediyordum. Topuklarım havada, parmak uçlarıma basa basa en üst kata çıkmıştım. Işıkları yakmadan, hiç ses çıkarmadan. Bir gece, sabaha karşıydı. Kendime eve hırsız olmuştum. Hiçbir şeye sahip değildim. Ama herkes bana sahip çıkıyordu. Herkes, babamdı. Artı sonsuz…

O gece uyumadan önce yıldızlara bakmıştım. Pencereyi açmıştım. Hava serindi. Ayaklarımı sarkıtıp pencereye oturmuştum. Tabii ki asla atlamayacaktım. Uçacaktım ulan… ayaklarıma bakmıştım. Beş dakika önce, kendi evine hırsız gibi giren ayaklarıma ve şöyle demiştim: “Saç tellerimden ayak parmaklarıma kadar özgür olacağım. Yürümeme izin vermezlerse, havalanacağım. Bir kuşu korumak için üstüne cam fanus geçiren, hayatı gösteren ama asla nefes aldırmayan topluma aldırmayacağım. Havalanacağım, kızım. Umurumda olmayacak.”