49 yıl önce anti-emperyalist mücadelede hayatını kaybeden Denizler’in, Mahirler’in bize bıraktığı miras bu eğilimlerin dışında; bağımsız, kendi öz gücüne dayanarak mücadele etme geleneğidir. Bağımsızlığı savunmak gerekir. Çünkü tek adam rejiminin baskıcı, otoriter yönelimleri; emperyalizme bağımlılık ilişkileri içerisinde şekillenen devletin yapısından azade değildir.

Bağımsızlığı savunmak gerekir

LEVENT HEKİM

THKO’nun önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilişlerinin, devrimci genç bir kuşağın katledilmesinin üzerinden 49 yıl geçti. Bugün ve her daim onların anti-emperyalist mücadelesini sahiplenmek gerekir. Bağımsızlık savunulmalıdır, çünkü içinde debelendiğimiz bataklıktan çıkışın önemli bir uğrağı anti emperyalist mücadeledir. 68, kürenin birçok yerinde anti-emperyalist kalkışmalara sahne oldu. Ancak Türkiye’yi diğerlerinden farklılaştıran, devletin devrimci genç bir kuşağı imha etmeye girişmesiydi. Bu durum Türkiye devletinin ve toplumsal formasyonun nasıl şekillendiğini de işaretler. O günlerden bugünlere aşağıdan gelişen toplumsal etkilere, egemenlerin verdiği sert tepkiler, yöneticilerden azade devletin yapısal karakteriyle ilişkilidir. Bu bağlamda, Türkiye’de gerçek bir demokrasi ve özgürlüklerden bahsedilecekse bu bağımsızlık mücadelesi ile mümkün olacaktır.

YENİ SÖMÜRGECİLİK

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin hegemon güç konumuna yerleşmesi, emperyalist zincirde radikal değişikliklerin açığa çıkmasına neden oldu. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda biriken ABD sermayesi yeni yatırım alanlarına ihtiyaç duymaktaydı. Aynı zamanda güçlenen sosyalist bloka karşı Avrupa’nın yeniden güçlenmesi için, savaşın yaralarını saracak Marshall Planı ve Truman Doktrini geliştirilmiş; Türkiye ve Yunanistan özellikle Avrupa ülkelerinin güçlendirilmesine katkıları olacakları düşünülerek bu plan içine alınmıştır. Bu plan çerçevesinde ABD komünizm tehlikesi söylemiyle kendine bağlı uydu devletler yaratarak hegemonyasını güçlendirmiştir. ABD hegemonyasını Bretton Woods Kurumları’nı yerleştirmek için kullandı. Bunlar: genel ticaret ve vergi antlaşması, IMF ve Dünya Bankası’dır. Amacı ABD tarafından kullanılan ekonomik kontrol mekanizmalarının tüm kürede, böylece tüm dünyada sağlamlaştırılmasıydı. Sosyalist blokun savaştan güçlü çıkması ve eski sömürge ülkelerin bağımsızlığını kazanması, sermaye birikiminin ihracına yönelik sıkıntılar yaratmıştır. Bu çerçevede Bretton Woods Kurumları aracılığıyla az gelişmiş ülkelere verilen krediler, kapalı ekonomilerin yıkılmasını ve dünya pazarına açılmasını sağlamıştır. Böylece çok uluslu şirketlerin yerel sermayelerle entegrasyonu tamamlanmıştır. İşte bu tür müdahaleler az gelişmiş ülkelerde bağımlılığı, aynı zamanda yukarıdan aşağı çarpık bir kapitalistleşme sürecini açığa çıkarttı. Süreç görece bağımsız fakat; ekonomik, siyasi ve askeri açılardan bağımlı ülkeler açığa çıkarttı. Eski dünyadan farklı bir biçimde Emperyalist sömürü, içerisine girdiği az gelişmiş ülkelerin halkları nezdinde mistik bir biçim kazanmıştır. Mahir Çayan yeni dünyanın içinde bulunduğu zaman dilimini Emperyalizmin 3. bunalım dönemi olarak adlandırırken, yeni sömürü metodunu ise gizli işgal olarak tarif eder. Bu bağlamda Türkiye’de geç kapitalistleşmenin etkisiyle baştan emperyalizme bağımlı, yukarıdan aşağı çarpık gelişmiş yeni sömürge bir ülke olarak şekillendi.

Türkiye Bretton Woods sistemine 1947 yılında dahil oldu. IMF ve Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde ekonomik yapıda ciddi değişimler açığa çıktı. Korumacı ve sanayileşmeye yönelik politikalardan vazgeçilerek, dışa bağımlı serbest piyasa ekonomisi benimsendi. Ekonominin liberalizasyonu ve yabancı sermaye ile bütünleşmesinin bu süreçle başladığı söylenebilir. DP, bu yönelimi 1951’de Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu’nu ve 1954 başlarında da Petrol Kanunu’nu kabul ederek sürdürmüştür. Milat olarak alacağımız bu tarihten itibaren dışa bağımlı şekillenen ekonomik yapı, her daim dış açıklarla istikrarsız bir hale gelecektir. Kokut Boratav, bu süreci şu şekilde özetler: “Kronik dış açıklar kanalıyla dışa bağımlı hale gelen ekonomik yapı, bu dönemin bir armağanı olarak Türkiye ekonomisinin kalıcı bir özelliği olma niteliği kazanacaktır.” Sanayi üretiminin montaja dayalı niteliği, tekelci burjuvazinin bağımlı ve cılız gelişmesini sağladı. Montaj sanayinin karakteristik özellikleri, yabancı sermaye ile yerli sermayenin oluşturduğu bir tür ortaklık şeklidir. Bu ortaklık, yabancı sermayenin genelde patenti ya da üretim bilgisini (know-how) ve çeşitli lisansları, çoğu zaman da yedek parça ve hammaddeyi tesis ettiği bir ortak girişim şeklinde sürmektedir. Yerli sermaye ise iş gücünü, dağıtım sistemini ve nüfuzlu kişilerle olan ilişkiyi kurmaktadır. Teknik bilgiyi elinde bulunduran yabancı sermaye, çok az sermaye girdisiyle yüksek kazançlar sağlamaktadır. İlk başta sırf montaj biçiminde kurulan dayanıklı tüketim malları sanayisi, zamanla daha fazla yerli katkıyla ve çevresinde beslediği yan sanayi kollarıyla modern sanayi görüntüsü kazanacaktır. Ancak, bu üretim kolları teknoloji ve temel girdiler bakımından dışa bağımlı olmaya devam edecektir. Bu özelliğinden dolayı, tekelci burjuvazi neredeyse 1970’lere kadar hâkim güç haline gelememiştir. İktidarını tefeci, bezirganlar ve toprak ağalarıyla paylaşmak zorunda kalmıştır.

SİYASAL VE ASKERİ BAĞIMLILIK

Bağımlılık sürecini derinleştiren en önemli olgulardan birisi de Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıdır. 1952’de üye olan DP, bundan öncesinde ABD’ye yaranmak için Kore’ye asker göndermeyi kabul etmiştir. Truman Doktrini ve NATO üyeliği; bir taraftan ordunun yeniden dizaynını içerirken, diğer yandan da ABD’nin özellikle Ortadoğu’daki jandarmalığını yapmak, aynı zamanda Sovyetlere en yakın noktası olması açısından -eğer açığa çıkacak olursa- sınırlı savaşları ABD’nin kendi toprakları dışında sürdürmesini amaçlıyordu. 1964 yılında Kıbrıs’a Türkiye’nin müdahale etme kararı, sistemin askeri bağımlılık gerçeğiyle yüzleşmesine sebep oldu. Kıbrıs’a bir müdahale durumunda, ABD silahlarının kullanılmayacağının Johnson tarafından tebliğ edilmesi ve dönemin başbakanı İsmet İnönü’yü aşağılayan mektup, egemenler nezdinde şok etkisi yaratırken, Türkiye halkaları açısından ise gizli işgalin görünür olmasını sağladı. Bu görünürlük 70’lerde doruk noktasına ulaşacak anti emperyalist mücadelenin fitilini ateşledi.

Eisenhower doktrini çerçevesinde imzalanan dolaylı saldırı anlaşması, ülkenin siyasal ve askeri bağımlılığını derinleştiren anlaşmalardan biridir. Eisenhower doktrini; ABD ile müttefik yönetimlere karşı yapılan müdahalelerin aynı zamanda ABD’ye yapılmış sayılacağını söyler. Doğrudan olmasa bile bu tür girişimlere karşı dolaylı operasyonlar yapılabilecekti. Dolaylı saldırı anlaşmasına bağlı olarak 1959’da Özel Harp Dairesi kuruldu. Sivil paramiliter güçleri barındıran yapılanmanın masrafları ABD tarafından karşılanıyordu. 1969’da Altıncı Filo’yu protesto eden devrimci gençlere saldıran İslamcı ve milliyetçilerden oluşan MTTB bu ilişkinin somut örneğidir. 1970’lerin ortalarında ise anlaşmaya bağlı olarak devletin paramiliter güç görevini MHP ve ülkücü komandolar üstlenmiştir. Siyasal bağımlılık açısından önem ihtiva eden anlaşmalardan diğeri de “DIA Yardım Anlaşmasıdır”. Kısacası eğitim yardımlarıdır. Özellikle ABD kurumlarında ve üniversitelerinde az gelişmiş ülkelerden gelen gençler yetiştirilmekte ve ülkelerine ABD’nin ekonomik, siyasi, ideolojik yönelimlerini taşımaktadır. O tarihlerde bunun en bariz örneğini Süleyman Demirel oluşturur. Demirel, AP Kongresini ABD başkanı Johnson’la çektirdiği fotoğrafların servis edilmesi sonucu kazanmıştır. Tarihte Turgut Özal, Kemal Derviş gibi bilinen başka örnekleri de mevcuttur. Özetle Zührer, “Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne NATO üyeliği dahil 1950’den önce üç, Menderes zamanında otuz bir ve yirmi iki tanesi 1960’ların başında yapılmış toplam elli altı ayrı anlaşma ile bağlı olduğunu söyler”.

OLİGARŞİK DEVLET-SÖMÜRGE TİPİ FAŞİZM

Türkiye’de devlet yapısı yukarıda betimlemeye çalıştığımız bağımlılık ilişkileri çerçevesinde şekillenmiştir. Kapitalist toplumsal formasyonun çoklu yapısından kaynaklı farklı sınıfları içerir. Bu bağlamda iktidarı elinde bulunduran sınıflar kendi içlerinde bir kompozisyon oluşturur. Egemen sınıf içinde hegemonyasını sağlayan kesim hâkim sınıf olarak açığa çıkar. Hâkim sınıf, egemen sınıfların öncülüğünü üstlenerek ve bunu onlara kabul ettirerek kendisini toplumun genel çıkarıyla özdeşler ve bütün toplumun yararına olduğunu dikte ettirir. Devlet toplumsal formasyonun birlikteliğini sağlamak için hem iktidarını taşıdığı egemen sınıflara karşı, hem de geniş toplumsal sınıflara karşı görece özerk bir pozisyona yerleşir. Emperyalist çağda; kapitalist üretim ilişkilerinin kendi iç dinamikleriyle geliştiği ülkelerde, tekelci burjuvazi hâkim sınıf rolünü üstlenmektedir. Yeni sömürge ülkelerde emperyalizme bağımlı gelişen tekelci burjuvazi sınıf iktidarını üstlenecek ve egemenlik sağlayacak güçten yoksun olduğundan, yönetimi diğer sınıflarla paylaşmak zorunda kalmıştır. Yönetim aygıtındaki sınıf çelişkileri parçalı ve istikrarsız bir yapının açığa çıkmasını sağlamıştır. Bu istikrasız yapı baskıcı bir devlet mekanizmasını açığa çıkartmaktadır. Bu bağlamda Mahir Çayan devletin yapısını şu şekilde tanımlamıştır. “Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetim, rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönetebilmektedirler. Buna sömürge tipi faşizm de diyebiliriz. Bu yönetim, ya klasik burjuva demokrasisi ile yakından ilişkisi olmayan “temsili demokrasi” ile icra edilir (gizli faşizm) ya da sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça icra edilir. Ancak açık icrası sürekli değildir. Genellikle, ipin ucunu kaçırdığı zaman başvurduğu bir yöntemdir.”

TAM BAĞIMSIZ GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE

Bugün doğal olarak toplumsal formasyon içerisinde farklılıklar açığa çıkmış olsa da emperyalizmin ülkemizde içsel bir olgu olduğu ve bununla bağlantılı olarak devletin sömürge faşist karakterinin değişmediği bir gerçektir. Bugün, bu bağımlılık ilişkilerinin nasıl tezahür ettiği başka bir yazının konusu olabilir. Ancak şu noktaya değinmek gerekir. Mahir Çayan’ın formüle ettiği 3. bunalım dönemi ve emperyalizmin içsel bir olgu olduğu tezinin erken bir küreselleşme öngörüsü olduğu söylenebilir. Bu gerçekliğe gözünü kapatan ve sermayeden bağımsız bir emperyalizm tahlil eden kesimler, anti emperyalizm adına AKP’den medet ummakta ya da anti-emperyalizm adına başka güçlere (ABD’ye karşı Çin, Rusya) yaslanmaktadır. Bu minvalde diğer bir eğilim de neo-liberal çağda emperyalizmin aşıldığını söyleyen ve devlet sivil toplum karşıtlığı bağlamında, devlete karşı sermayeden yana posizyon alan yaklaşımdır. 49 yıl önce anti-emperyalist mücadelede hayatını kaybeden Denizler’in, Mahirler’in bize bıraktığı miras bu eğilimlerin dışında; bağımsız, kendi öz gücüne dayanarak mücadele etme geleneğidir. Bağımsızlığı savunmak gerekir. Çünkü tek adam rejiminin baskıcı, otoriter yönelimleri; emperyalizme bağımlılık ilişkileri içerisinde şekillenen devletin yapısından azade değildir. Bu bağlamda onların da söylediği gibi Türkiye’de gerçek bir demokrasi ve özgürlüklerin yolu bağımsızlık mücadelesinden geçmektedir. Yaşasın Tam Bağımsız, Gerçekten Demokratik Türkiye.

Not: Bu yazı özgün iddialar taşımamaktadır. Yazı, 1950-70 aralığında emperyalizmle bağımlılık ilişkisi içerisinde gelişen sürecin, becerilebildiği ölçüde betimlenmesini amaçlamaktadır.