İstanbul’un enerjisi ile gezmedik yer bırakmayan, Ankara’ya varınca pek bir sessizleşen sen, Hafiften...

İstanbul’un enerjisi ile gezmedik yer bırakmayan, Ankara’ya varınca pek bir sessizleşen sen,
Hafiften yağmur var, Kumbaracıbaşı yokuşundan aşağıya iniyorum yavaş yavaş. Bir bahar yağmuru başlıyor inceden. Ne beklersin mayısın ortasında ki zaten. Hava kararmak üzere, arabaların bir bir yanıyor işte ışıkları. Karaköy’e varıyorum, herkes bir tarafa koşturuyor. Derken Ali Poyrazoğlu çıkıyor karşıma. Meğersem Karaköy Meyhanesi’nde iki tek atmaya gelmiş. Birlikte gidelim diyor ve giriyoruz içeriye. Güzel bir masa kuruyorlar bize. Sonra sen de geliyorsun mekâna. “Ben eskiden küçüktüm” diye başlıyor anlatmaya Poyrazoğlu. Eski tiyatrolardan, Yeşil Kabare anılarından, hatta Zeki Müren’den bile bahsediyor.  Söz uzuyor da uzuyor. Kahkaha, şamata, eski anılar derken geceyi ediyoruz. Vedalaşıp ayrılıyoruz.
Ertesi gün oluyor. Hadi, kahvaltıya Kanlıca’ya gidelim diyoruz. Alıyorum seni evinin önünden, basıyoruz Boğaz’a. Hafiften dalgalar vuruyor oturduğumuz masanın altına. En uçta oturuyoruz ya ondan. Bir koca demlik çay olduğu gibi bitiyor. Takalar balığa çıkmış, balık bol, boş dönen yok. Güneş denizin üzerinde, bir gün önceki yağmurdan eser yok.
Öğle vakti ısınıyor iyice hava. Kanlıca yoğurdumuzu da yedikten sonra, Çengelköy’e doğru yola çıkıyoruz. Kuleli’de kıraça çeken balıkçıları görünce durup iki sohbet ediyoruz. Bir iki sefer de biz sallıyoruz oltayı. Tabii şans bu ya, boş çekiyoruz denizden… Sonra bir “rasgele” çekip balıkçılara, Çengelköy’e doğru hareketleniyoruz. İsmail Amca’nın fırınından küçük çıtır simitlerden alıp, yanına da artık Yalova’dan gelen sadece adı ‘badem’ olan salatalıklardan katıyoruz. Yönümüz Çınaraltı Çay Bahçesi. 90’ların başında okul çıkışı donla denize girdiğimiz yerde şimdi koca koca masalarda oturup çay içiyoruz. Tanıdık olmayan simalara bakıp geçmişi anlatıyorum sana.
Gün bitmiyor, konuştukça konuşuyoruz. Akşam Taksim’e çıkmaya karar veriyoruz. Mekânlara dalıp çıkıyoruz. İmam Adnan Sokak’ta güzel müzik yapan bir mekâna girip biraz eğleniyoruz. Günün yorgunluğu üzerimizde kalmış olacak ki, eve gitmeye karar verdiğimizde aklımıza bi şey geliyor. Dolmuştan inip, “bir de Kemancı’ya mı uğrasaydık” deyip yönümüzü Sıraselviler’e çeviriyoruz. Biraz Sarp’ı dinledikten sonra çılgın günü sonlandırmak üzere, sabaha karşı Kemancı’dan da ayrılıyoruz. Bir şekilde Beşiktaş’a varınca, son motorun kaçtığını sabahın ilk motorunun da saatler sonra olduğunu öğreniyoruz. Tebessüm hâd safhada… Yapacak bir şey yok, oturuyoruz banklara. Bana üniversite bitirme ödevinin inceliklerini anlatıyorsun. Neydi dur bakayım, ‘dalga şiddetini en aza indirecek dalga panelleri’ gibi bir şey yanlış hatırlamıyorsam. O kafayla bunu test ediyoruz Beşiktaş sahilinde. Tam eğilmiş dalga boyunu hesaplarken, o ara ayağım bir kayıyor suya düşüyorum. Ne oluyor derken uyanmışım… Yahu ne rüyaydı be, oradan oraya…
Anlayacağın, dün seni gördüm rüyamda. İstanbul’dan Ankara’ya gittiğinden beri, pek bir görüşemez olduk. En son Ankara’da ziyaretine geldiğimde İstanbul’da depoladığın o enerji de bitmişti. Ankara sana hiç yaramamıştı. Sanki bu yeni kent daha yavaş kalmıştı ve seni de yavaşlatmıştı. Arka fonda Ankara’yı aldığımızda çerçeve çok yamuk duruyordu. Sen şehri kendine benzetemedin belki ama şehir seni içine almıştı işte. Burada öyle miydin ki? Gözünün içi gülerdi be…
• • •
Neyse bu mektubu cuma günü postaya vereceğim. Postanedeki görevli her cuma beni bekliyor. Uğrayıp yanına biraz sohbet edip, çay içiyoruz. Yaklaşık dört aydır böyle güzel bir arkadaşlığımız oldu. Bu hafta sonu tatile çıkacağımdan kendisine telefon edip, gelemeyeceğimi söylesem de dinletemedim. İlla ki uğramamı istedi. Bu ritüeli bozmamızı istemedi. Ben de kıramayıp uğradım. Bu mektubu da bir güzel hazırlayıp kendisine bıraktım. Pulunu özenle yapıştırıp ilgili bölüme koydu, salı günü sana ulaşacağını da ekledi. Umarım ulaşır. Hoşçakal.