Dispozofobi yani biriktirme hastalığı, obsesif-kompulsif bozukluğun ilk evrelerinden olan, oldukça yaygın görülen bir hastalık. Kolayca ilerleme özelliğiyle karşımıza çıkan bu sinsi hastalık, ne yazık ki tedavisine geç kalındığında insan hayatını çekilmez hale getirebilecek bir güce sahip. Üstüne üstlük içinde bulunduğumuz pandemi psikolojisinin yarattığı tahribatın, bu hastalığa davetiye çıkardığı göz ardı edilmemeli.

Bahar temizliği,  korona ve dispozofobi

HANDE ÇİĞDEMOĞLU

Bu yıl pek çoğumuz belki de hayatlarımızda ilk kez baharı evlerimizde karşıladık. Dünyayı saran pandemi kıskacı ne yazık ki sabırsızlıkla beklenen bir mevsimi, takvim yapraklarına sıkıştırdı. İlkbaharın insana umut, aşk, heyecan, coşku gibi pek çok şey çağrıştırdığı doğrudur. Oysa sayıca azımsanmayacak pek çok kişi baharı temizlikle özdeşleştirir.

Kışın rehavetinden kurtulmak, şöyle bir silkinip yenilenmek için malum “bahar temizliği”ne kalkışanların işi zor. Özellikle çekmecelerden albümlerin çıktığı, kitaplıkların düzenlendiği, atmaya kıyılamayanların ayıklanmaya çalışıldığı şu dönemde. Pek çok kişinin konser biletleri, ayakkabı fişleri, kargo belgeleri, yazmayan kalemler, bitmiş notluklar, hatta okunmuş gazeteler gibi olur olmadık her şeyi sağa sola sıkıştırdığı, neredeyse ev çöpünden başka bir şey atmadığı bir gerçek. Bahar temizliği, bu anlamda kıştan bahara bir ayıklama faaliyeti olarak, üstüne üstlük bazı alışkanlıkların hastalık boyutuna evrilmesini önlemek için değerlendirilecek harikulade bir fırsat.

Dispozofobi yani biriktirme hastalığı, obsesif-kompulsif bozukluğun ilk evrelerinden olan oldukça yaygın görülen bir hastalık. Kolayca ilerleme özelliğiyle karşımıza çıkan bu sinsi hastalık, ne yazık ki tedavisine geç kalındığında insan hayatını çekilmez hale getirebilecek bir güce sahip. Eski dergiler, plastik kaplar, giysiler, önemsiz e-postalar, faturalar, not tutulmuş ya da liste yapılmış kâğıtlar gibi gereksiz birçok şeyi biriktirmek ya da atmakta zorlanmak kulağa zararsız gelse de bu durum, kolayca hastalık boyutuna ulaşabiliyor. Bizim gibi “sakla samanı gelir zamanı” gibi atasözlerine ve yokluk görmüş bir neslin alışkanlıklarına sahip toplumlarda ise çok daha kolay gelişebiliyor. Bu bağlamda hastalığın patolojik kısmı bir tarafa sosyolojik temellerden beslendiği de söylenebilir. Üstüne üstlük içinde bulunduğumuz pandemi psikolojisinin yarattığı tahribatın bu hastalığa davetiye çıkardığı göz ardı edilmemeli.

Biriktirme hastalığı kulağa masum gelse de eşyaları toplamak ve istiflemekten çok daha fazlası. Öyle ki gerekli gereksiz pek çok şeyi atamama ve saklama şeklinde ortaya çıkabildiği gibi kişinin ilgi duyduğu bazı özel eşyaları arayıp bulma ve biriktirme şeklinde de kendini gösterebiliyor. İnsanları bir süre sonra bitpazarlarına, atık toplama alanlarına iterek ileri seviyede çalma dürtüsünü bile kontrol edilemez hale getirebilecek kadar güçlü bir hastalık bu. Sonuç olarak gittikçe karışan, kirlenen hatta yaşanmaz hale gelen çöp evler ortaya çıkıyor. Bu da kişinin yaşam tarzından memnun olmasa da bundan vazgeçememesine aynı zamanda utanç ve suçluluk duyarak yalnızlaşmasına yol açabiliyor.

Yine de hastalığın, özellikle erken fark edildiği ve ciddiye alındığında tıbbi yardımla tedavi edilebilen bir yönü var. Diğer obsesif-kompulsif bozukluklarda olduğu gibi ilaç tedavisine çok iyi cevap vermediği bilinse de bilişsel-davranışçı tedaviler, biriktirme hastalığı olan insanlarda sık sık görülen bazı zararlı düşünceleri doğrudan hedef aldığından daha etkili olabiliyor. Bunun yanında davranışsal olarak, hastalığın başkalarına duyurulması, depolama için uygun alanların azaltılması ve dağınıklığın daha iyi organize edilmesi gibi birçok yöntem de faydalı olabiliyor.

Bu manzara korkutucu gibi görünebilir. Elbette hepimizin önem verdiği, saklamak istediği atmaya kıyamadığı ya da belki lazım olur diye sakladığı şeyler var. Öyle ki bazı e-postaları silemeyiz, bir dosttan gelen sıcacık satırları açıp okumak nefes aldırır. Bazen derste birbirine yazılan notlar durur günlüklerin arasında, gençlik coşkusunu hatırlatır. Çocuğunuzun ilk saçı saklanmaya değerdir, tıpkı bir babanın evladına yazdığı mektuplar gibi. Herkesin manevi olarak değer verdiği şeyler vardır. Bunun yanı sıra pek çok materyal, geri kazanımla kullanılabilir eşyalara dönüştürülebilir. Yeter ki gerekliyle gereksiz, ihtiyaç olanla olmayan birbirinden ayrılsın. Burada yapılacak en doğru şey, değer eksenini daraltmak olmalı. Sözgelimi bir sevgilinin ilk hediyesini saklamak kabul edilebilir ama yazdığı her mektubu, saklamak gereksizdir. Çocukların yaptığı resimler, okul etkinlikleri çok değerlidir ama hepsi saklanacak olduğunda koca bir depoya ihtiyaç duyulabilir. Evde çeşit çeşit saklama kabı varken yoğurt kabını yıkayıp kenara koymak, çiçek kurdeleleri, hediye ambalajları, düğmeler gibi ihtiyaç halinde asla bulunmayacak eşyaları çekmecelere sıkıştırmak, fermuarı bozulduğu halde sırf çok sevildiği için bir çantayı elde tutmak, her sezon çıkarıp hiç giyilmeden geri kaldırılan giysileri paylaşmak yerine tekrar geri kaldırmak ileride başa dert olacak bir hastalığın ayak sesleri olabilir.

Hiç ummadığımız ve hazırlıksız olduğumuz bir anda bağlandığımız alışkanlıklarımızdan mahrum kaldığımız bir dönemdeyiz. Hayatlarımız bir anda değişti ve ister istemez sahip olduklarımızı kaybetmekten ve bizi mutlu eden şeyleri tekrar yaşayamamaktan korkuyoruz. Böylece o anları her zamankinden fazla korumak isteği uyanıyor. Ancak bu isteği onları anımsatan eşyaları saklayarak yapmanın aslında tekrar o kadar mutlu olunmayacağı korkusundan başka bir şey olmadığını düşünmek gerek. Değişim ve dönüşümü evrenin kaçınılmaz özelliği olarak kabul edersek bundan korkmak yerine uyum sağlamak, yeni aksiyonlar almak için çabalamak en doğrusu. Bu bağlamda eskileri atmadan yenilere yer açılmayacağı ortada. Yaşadığımız kaygı psikolojisi ve evde kalma zorunluluğunun, pek çok hastalık gibi dispozofobiyi de tetiklemesine izin vermemeli.