Rumların ya da sair “azınlık” toplulukların “nostaljikleştirilmesine”, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal güncelliğinden bağımsız sevimli bir folklorik unsur haline getirilmesine karşı çıkmanın peşine düşmek gerekiyor

Bak(a)madığımız fotoğraflarda 6-7 Eylül

STEFO BENLİSOY

6-7 Eylül 1955 pogromu esnasında İstanbul’da tam yetmiş üç kilise ateşe verilir ya da yağmalanır. Din adamları aşağılanır, dövülür, öldürülür. Rum mezarlıkları da saldırılardan payını alır. 6-7 Eylül Beykoz’dan Samatya’ya İstanbul’da Rumların yaşadığı neredeyse tüm semtlerde evlere, iş yerlerine, kiliselere, okullara hatta mezarlıklara karşı bir saldırıdır. İstanbul’un büyük bir bölümünde yüz bine yakın insanın seferber olduğu bu saldırılarda yaklaşık 15 kişi öldürülür. Merkezden uzak semtlerde saldırılar özellikle hanelerin basılması ve insanların dövülmesi biçimini alır. 6-7 Eylül gecesi iki yüz kadar kadına saldırganlarca tecavüz edildiği söylenir. Dolayısıyla “hadiseleri”, Cumhuriyet tarihinde İstanbul’da yaşanmış en büyük ve kitlesel “pogrom” hareketi olarak tanımlamak gerek. 6-7 Eylül basitçe kozmopolit Pera’da “varlıklı” Rumların mallarının yağmalanmasından, Müslüman İstanbul’un kozmopolit Pera’ya olan hıncının bir ifadesinden ibaret “olaylar” değil, devletin bizzat örgütleyicisi ve destekleyicisi olduğu devasa bir pogromdu. Özel Harp Dairesi eski başkanı Sabri Yirmibeşoğlu’nun deyimiyle “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi”. Bu anlamda 6-7 Eylül ancak Türkiye tarihindeki Maraş ya da Çorum gibi başka katliam girişimleri ya da pogromlarla mukayese edilebilir.

İşte bu “olaylar” esnasında ve hemen sonrasında, İstanbullu fotoğrafçı ve gazeteci Dimitri Kalumenos, tahrip edilen kiliselerin fotoğraflarını gizlice çekmeyi becerir. Dahası, ilan edilen sıkıyönetime rağmen fotoğrafların yurtdışına çıkarılmasını ve dış basında yer almasını sağlar. Kalumenos, bu hareketinin bedelini elbette ödeyecektir. Yetkililer, saldırıların vahametini belgeleyen fotoğrafların bir de yabancı basın yayın organlarında yayımlanmasını sineye çekmeyecektir. Kalumenos önce tutuklanır, ardından da 1958 yılında sınır dışı edilir; doğduğu toprakları bir daha göremeyecektir. Kalumenos’un daha sonra yurtdışında Hıristiyanlığın Çarmıha Gerilişi başlıklı albümde topladığı dört yüzü aşkın fotoğrafta pogromun Türkiye’de pek tanıdık olmayan boyutları gözler önüne serilir.

İşte Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanmış bu albümde yer alan fotoğraflardan Türkiye’de hiç yayımlanmamış bir seçki Serdar Korucu tarafından “Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6/7 Eylül 1955” adıyla kitaplaştırılarak pogromun 60. yılında İstos Yayınevi tarafından yayımlandı. Kitap hala oldukça yaygın olan “zengin azınlık” efsanesine önemli bir darbe vuruyor. 6-7 Eylül’ün ortak görsel hafızası genelde İstiklal Caddesi üzerindeki yağmanın, yerlere saçılmış malların ya da caddenin ortasındaki tankların görüntüleriyle şekillenmiştir. Kalumenos’un fotoğraflarının sergilendiği kitaptaysa Edirnekapı’dan Hasköy’e, Samatya’dan Kurtuluş’a yanmış, yıkılmış, yağmalanmış kilise ve ayazmaları, parçalanmış, içi dışına çıkartılmış, kemikleri ortalığa saçılmış mezarları görürüz. Sanki kiliseler İstanbul’un yüzünden silinmek istenmiştir. Hedeflenen sadece yaşayan Rumlar ya da sair “azınlıklar”, onların evleri, iş yerleri değildir; gayrimüslimlerin kent mekânındaki izleri, geçmişleri, kutsalları, mezarları ortadan kaldırılmak istenmiştir. Saldırı, kelimenin gerçek anlamında topyekûndur. Büyük bölümü Türkiye’de ilk kez yayımlanan fotoğraflar o gece zarar görenlerin, hadiselerden sorumlu tutulanların, olayları uzaktan izleyenlerin ve mağdurlara yardım edenlerin şahitlikleri ile bir araya getirilerek canlı bir anlatımla yaşananları bugüne taşır.

Yüzleşme ama nasıl?
Peki, artık bunca yıl sonra 6-7 Eylül’le yüzleşildi denebilir mi? Soruya soruyla karşılık vermek belki de en iyisi: Giderek artan bir sıklıkta Kürt ve Alevi karşıtı linç vakalarıyla, hatta mini pogrom girişimleriyle karşı karşıya kalırken, yani 6-7 Eylül’ün “ruhu” dimdik ayaktayken böyle bir iddiada bulunulabilir mi?

Gayrimüslim toplulukların düşmanlaştırılması, siyasal ihtilaflarda bir “seferberlik aracı” olarak kullanılması bizde egemenlerin farklı fraksiyonlarının, çelişkileri olsa da temeldeki birlik ve bütünlüğünün göstergelerinden biridir. Üstelik ne zaman toplumsal muhalefet kabaracak olsa onu gayrı millilikle itham etmek, azınlık karşıtı milliyetçi-ırkçı temalarla bir karşı seferberlik yaratmak adettendir. Daha yakın zaman önce, sosyal medya mecralarında Gezi direnişinin Rum, Yahudi ya da Ermeni “gavurunun” işi olduğuna dair sayısız “yorum” cirit atmaktaydı. Yeni Akit adlı seçkin gazetenin, üstelik “akil insan” sıfatı da verilmiş yazarı Hasan Karakaya da bu koronun bir parçası değil miydi? “Eylemciler kimden yana… Bizden yana mı, Gavur’dan yana mı?” diye sormaktaydı kendisi. Hasılı “gavurun” bizde siyaseten kullanım alanı bir hayli geniştir. Türlü otoriterliklerin cenderesine sıkışmış bir siyasal zihniyet dünyasında bu doğaldır belki de. Siyasal hayatımız, “Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır. Türklere hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı” diyen Mahmut Esat Bozkurt’la, “temizlenmesi gereken başlıca hain ve muzlim unsurlar, dönmeler ve Yahudilerdir. Ardından Rumlar, Ermeniler ve sair ufak-tefek topluluklar gelir” diyen Necip Fazıl Kısakürek’in takipçileri arasındaki kayıkçı kavgasına sıkıştıkça da bu böyle devam edecek.

İşte bu yüzden “geçmişle yüzleşme” dediğimiz şeyin mazide bir yerlerde duran objektif bir geçmişin pasif bir biçimde hatırlanması, geriye çağrılması değil, tam aksine bugünkü gerçeklik bağlamında yeniden hatırlanması olduğunu unutmamak gerek. Ülkenin batısında ve doğusunda Kürtlere yapılan saldırılarda 6-7 Eylül gecesini görebildiğimizde bu tarihle gerçek manada hesaplaşmaya başlayacağız. Yoksa 6-7 Eylül ile “yüzleşme” denen şey, İstanbul’un kozmopolit mazisine dair orta sınıf fantezilerinin ürünü boş bir hayıflanmanın, bir statü söylemi olarak ekalliyet muhipliğinin ötesine geçmeyecek. Rumların ya da sair “azınlık” toplulukların “nostaljikleştirilmesine”, Türkiye’nin siyasal ve toplumsal güncelliğinden bağımsız sevimli bir folklorik unsur haline getirilmesine karşı çıkmak ve bilakis nostaljiyi hâlihazırda devam eden pratikle ikame etmenin peşine ısrarla düşmek gerekiyor. Bak(a)madığımız fotoğraflara bakmanın artık zamanıdır.

PATRİKLİK FOTOĞRAFÇISI DİMİTRİOS KALUMENOS’UN OBJEKTİFİNDEN 6/7 EYLÜL 1955
Hazırlayan: Serdar Korucu
İstos, 2015