Kesilecek cezayı umursamadan Ege’den aldığı suyu Karadeniz’e bıraktı maden yüklü gemi. Denize oluk oluk boşalan tuzlu su denge tanklarının içinden hırçın dalgaların köpüklerine karışan üç feri sönmüş bedeni, ya mal derdinden ya can kıymetinden kimsecikler görmedi

Balast firari

BADE OSMA ERBAYAV

O yaz, insanların tanrıyla şöyle ağız tadıyla dedikodu yapamadıkları bunaltıcı günler yaşanıyordu.

Harı nârlı, fırından ağızlı, bağıl nemce doymuş, pekliği azıya düşmanken tükürükle pelteleşen adi sakız gibi bir iklim hüküm sürüyordu. Şakır şakır boşalıyordu kentlerin ve denizlerin üzerine gök. Hiç utanması da yoktu yaz yağmurlarının. Sular aniden çetinleşiyor, fırtınalar hayli arsızlaşıyor, rüzgarlar sebepsizce edepsizleşiyordu. Deniz yolculukları kimselerin alışık olmadığı garip bir mevsimin içinde akıp gidiyordu.

Mersin limanından kalkan nakliye gemilerinden biri birkaç saat önce İzmir’den demir almıştı. Maden yüklü gemi Odessa’ya doğru usulca yoluna devam etmekteydi. Deneyimli birinci kaptan, Midilli Adası yakınlarında önsezilerine güvenerek geminin iskele ve sancak balast tanklarına bir miktar tuzlu su basılmasını istemişti. Gemi şimdilik dengede gözüküyordu.

Sırtlarına geçirdikleri petrol yeşili yağmurluklarıyla yapacak işleri olmayan gemiciler, artık İstanbul Boğazı’nda seyretmekte olan geminin alt güvertesinde, korkuluklara dayanmış vaziyette kıyı çizgisini izliyorlar, bir yandan da aralarında laflıyorlardı. Söylendiğine göre o yaz, kıyıdaki tüm yalılar Katarlı işadamlarının karılarına satın alınmıştı, ovalarda katarlar yürümemiş, hayvanlar eksilmiş, kimisi ezilmiş, bir çoğu kesilmiş, bazıları selden boğulmuştu.
Ne tuhaf, dedi içlerinden biri. Dana proteininden insan proteini yapmak için insanlar hâlâ, ısrarla danaları yiyorlar.

Doğa yine yazgımızı kabullenmemizi bekliyor bizden, diye ekledi bir diğeri.

Bana benziyor ama o öldü. Hikaye suçludur, dedi bir başkası.

Çok kan akmıştı daz kırların çatlaklarına, arklardan derelere, yalçın yamaçlardan çatallara kadar ürümüştü kızıllık. Serpil kanamıştı mesela. Ayşegül de. Vardakosta Kaptanı’nın kızı İkbal bile kanamıştı o yaz. Çarkçıbaşının Melek’i de, particinin kızı Sümmeyye de…

Gemicilerin pek beğendikleri Marion Cottilard, Hollywood’da feminizme yer yok çünkü farklı yaratılmışız, diye buyurmuştu. Parasını şaşmaz bir kesinlikte tam da tarihinde alabildiğine minnettardı. Hem kendisini feminist olarak da vasıflandırmıyordu. Film çevirmenin toplumsal cinsiyetle bir alakası yoktu. Sahne doruk noktasına henüz ulaşmadığı için ceylan gözlerinden tek bir yaş dâhi akmamıştı bunları söylerken. Yine de masumiyet karinesinden kameralara gülümserken kırpışmıştı kirpikleri.

Babasının uzun yollu yokluğunda Serpil’in yanağına bir tokat patlattı anası. Ayşegül’ün de, İkbal’in de Sümeyye’nin de melek yüzlü sürüsüne nur yağsın kızların da yanağında tek bir gül açmadı o yaz. Sitem hâlâ farsça bir sözcük olarak duruyordu türkçe sözlüklerde.

Kentsoylu Dilber, dayanamıyorum artık bu zulümlere dedi, mahkemenin savladığı saygın tutum tamlamasından öğürür gibi oldu. Gözlerimizle işittik, o bizi gördü biz de görmüştük kendisini. Kimse kaçamadı bu öğürtüden, gördüğümüz anda bize değmişti. Görmenin tekinsizliği yalamıştı tüm kadınların yaşama ihtimallerini. Hep beraber öğüreyazdı benlikleri. O esnada gemiciler sigaralarını tüttürmek için çoktan kıç tarafına geçmişlerdi.

Dilber menopozunun ilk aylarındaydı, Azize bebekliğinden henüz mezun olmuştu. Dilber’i eski kocası katletmişti, Azize’yi erkliler. Cansız bedeninin yanına reşitliği sağlansın diye bir keleş bırakmayı ihmal etmemişti devletliler. Ancak ölüm eşitleyebiliyordu coğrafyaları o yaz. Karadeniz’e açılırken, görmenin öznesi olmadıklarına ve o an denizde olduklarına bin şükürler ederek iç geçirdi gemiciler.

Yaz ortasında, olacak iş değil ya, Karadeniz’in göbeğinde batacak gibi oldu maden yüklü gemi. Nasıl bir tufansa o, demir çelik yığınını fasulye tanesi kılan. Akıl gözlerinde ışıldayan bu yaz kanamış kız çocuklarının yüzleriyle oraya buraya koşuşturan çalışkan gövdeler, ipleri boşlayan, sıkıştıran güçlü gemici eller, filikalara muhtaç kalmasınlar diye dualar fısıldayan, zaman zaman haykıran sert biçimli ağızlar, kamçılar gibi bir rüzgar, halat kalınlığında bir yağmur, iliklere nüfuz eden ayaza meyletmiş bir soğuk hava dalgası… Ölebilme ihtimalinin sinsi, kesif kokusu gemicilerin burunlarına ha sızdı ha sızacaktı.

Balast! Firari! diye bağırdı usta gemicilerden biri. Battık batacağız.

Balaaast Firariiiii…

Kesilecek cezayı umursamadan Ege’den aldığı suyu Karadeniz’e bıraktı maden yüklü gemi. Denize oluk oluk boşalan tuzlu su denge tanklarının içinden hırçın dalgaların köpüklerine karışan üç feri sönmüş bedeni, ya mal derdinden ya can kıymetinden kimsecikler görmedi.

Bahr-i Sefit’ten aldığı umutlu ruhları Bahr-i Siyah’ın sularına umutsuzca geri vermişti gemi. Πρόσφυγας yunanca sözlüklerde hâlâ mülteci anlamına gelmekteydi.

Fırtına bu, elbet ki dinecekti.

Bana benziyor ama o öldü. Hikaye suçludur, dedi yine içlerinden biri.

O yaz, kentin sinemalarında ceylan gözlerinden akıttığı yaşları izleyebileceğimiz yeni bir Marion Cottilard filmi vizyona girecekti. Gişelerde büyük seyirci izdihamı beklenmekteydi.