Silah teslim masaları, ülkemizin havaalanlarının enteresan köşelerinden birisini oluşturur. Silah bulundurma veya taşıma ruhsatı alanların sayısı hakkında dolaylı da olsa bir fikir veren bu köşelerde birikmiş kalabalıklar ülkemizdeki güvenliğe ilişkin kaygılarım iki yönden arttırır.

Birincisi, devamlı can güvenliğini tehdit altında hisseden, güvenliklerini kendileri sağlamak zorunda kalan, bu sebeple nereye giderse gitsin cebinde silahını bulundurma ihtiyacı duyan insanların çokluğu ile ülkemizdeki, şehrimizdeki güvenliğin varlığından şüpheye düşerim.

İkincisi, başkalarının haklarını kendi arzularının önünde engel görenlerin çok sayıda olduğu bir dönemde, bunların bir de eli silahlı olması ve çevreye verebilecekleri zarardan ürkerim. Başkasının canına kastetmenin tek yolu ateşli silah olmasa da, tehlikeli biçimde araç kullananların çoğunluğunun aynı zamanda silahlı olmaları ihtimali yüksek.
‘Otomobille olmadı bari silahla olsun’cu bir kesimden nasıl korunacağımız üzerine ciddi kafa yormak lazım.

NE OLDU, NE BİTTİ?
1977 1 Mayıs’ına gitmeyip, pazartesi günkü sınava çalışmak bahanesiyle Ankara’daki okulumda kalmış olmayı hiç kendime yedirememiştim. Lise son sınıf öğrencisiydim. Hangi grubun pankartı altında katılacağım konusunda kararsızdım, kararımda yalnızdım. Gazetelerdeki resimlere baktığımda felaketlerin ardından hayatta kalanların hissettiği cinsten bir suçlulukla ‘ben neden orada değildim’ diye hayıflanmam epeyce sürdü.

Sol içindeki saçma sapan çatışmaların o dönemini merak edenler (eski dergilerden bulabildiğinize açıp bakın ya da bu çatışmaların evrenselliğini, idealleri ve umutları tahrip ediciliğini anlamak için bir film, örneğin, Ken Loach’dan ‘Ülke ve Özgürlük’, seyredin); ama, Berktay’ın kendi tanıklığına dayanarak, kendi penceresinden gördüğüyle her şeyi açıklamaya kalkıştığında ulaştığı sonuç gibi, durum sol içindeki çatışmaların ürünü müydü? Buna cevap vermek için tek tek verileri ve olayları açıklayarak ilerlemek ve bilinmezlerle bilinenleri ayırdetmek daha uygun olmaz mı?

Örneğin, Su İşleri binasının tepesindeki tomsonlularla kitleye ateş edenlerin aynı kişiler olup olmadığının bilinmiyor olması başka, katliamın sorumlusunun solcular olması başka. Solcuların kendi aralarında kanlı bıçaklı olması ve bunun provokasyonlar için zemin hazırladığını düşünmek başka, Taksim’deki katliamı planlamış ya da yapmış olduklarını iddia etmek başka…

Her beceriksizliğin bilerek ve planlı yapıldığını sanmak, insanların tek tek yetersizliklerinin birçok trajik olayın kolaylaştırıcısı olabildiğini unutmak olayların sorumlularını ararken yapılan hataların bir kısmını oluşturuyor. Ancak son tartışmayı başlatan iddianın sebep sonuç mantığı beni iyice afallattı.

Sebep sonuç ilişkisi kurmak, insanların bebeklikten başlayarak dünyanın karmaşıklığını anlayabilmek için geliştirdikleri bir yeti. Örneğin, bir kapının birisi itince kapandığını gören çocuk, rüzgâr estiğinde çarpan kapıyı kimin kapattığını anlamayınca, kapıyı kapatan kişiye ilişkin tahminlerde bulunmaya başlar. Tahmini daha önce kapıyı kapatanlarla sınırlıdır.

Görebildiklerinin ötesindeki sebepleri düşünebilmeye dört yaşını geçtikten sonra başlayan küçük çocuk, tahminlerini çeşitlendirirken hoşuna gitmeyen olayların gerçekleştiricisi rolünü sevmediklerine ya da kıskandıklarına yakıştırmaya başlar. Kırılan vazoyu mutlaka kardeşi kırmıştır; görmese de öyledir. Görmüş gibi hisseder. Hissettiğine de inanır.

Benzetmek gibi olmasın ama 1 Mayıs’ı solcuların yaptığı iddiasındaki bu ilişkilendirme yönteminin çağrıştırdığı bir başka düşünme tarzını “Sivas olayları’na Aziz Nesin”in konuşmasının yol açtığını öne süren bir milletvekilinin sözlerinde yakın zamanda görmüştük.

Bilimsel yöntem, hissedilenle ya da öyleymiş gibi gelenle yetinen bebek ya da çocuğun düşünce mekanizmasının ötesine geçebilmek, verilere dayalı kanaati diğer iddialardan ayırır.

1 Mayıs 1977 ve parçası olduğu döneminde yaşananların benim yazı amacımın dışındaki sosyal ve politik sonuçları, değişik düzeylerde anlaşılması ve aşılması sadece sol düşüncedekilerin ihtiyacı değil; ‘ne oldu, ne yaptık, bize onlara ne oldu?’ sorusunu bugünden bakarak sormak bugün yaşadıklarımızın herkesçe anlaşılması için de gerekli.