2023’ü bekleyin, hedefimiz 2071 iddiaları ile muhteşem geleceğin ekonomik kriz koşullarında beklenmesi, gerçekleşmesi beklenen muhteşemliğin duraklarının sıralama noktalarına çıktığı zaman dilimindeyiz şimdi.

Barbarlar ve Godot: Beklemedeyiz

Tacim ÇİÇEK

Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?/ Bugün barbarlar geliyormuş buraya./ Neden hiç kıpırtı yok senatoda?/ Senatörler neden yasa yapmadan oturuyorlar?
Çünkü barbarlar geliyormuş bugün./ Senatörler neden yasa
yapsınlar?
Barbarlar geldi mi bir kez,
yasaları onlar yapacaklar. (…)
Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi./ Ve sınır boyundan dönen habercilere göre,
barbarlar diye kimseler yokmuş artık./ Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?
Bir çeşit çözümdü onlar
sorunlarımıza

J.M. Coetzee tarafından yazılan muhteşem roman, 'Barbarları Beklerken', Kavafis’in 1903’te yazdığı ve Cevat Çapan’ın da dilimize çevirdiği şiiri 'Barbarları Beklerken’in içeriğinden, atmosferinden yola çıktığını söylemek abartı olmaz sanırım. Çünkü ‘tek adam’lı rejimlerin iç ve dış düşman yaratma bahanesine uzak görünse de emperyalistlerin genel ve özel amaçlarına hizmet eden müthiş bir propaganda ve saldırma/savaşma bahanesidir. Ama kimdir barbarlar?

Göreceli bir çağdaşlıktan, moderniteden, teknolojiden uzakta, doğanın içinde yaşayanlar mı yoksa kendi gücünü kanıtlamak adına her türlü barbarlığı hakkı kendinde gören sözde uygar ve modern toplumlar mı? Şöyle de sormak olası: Sahi, nedir barbarlık? Elleriyle yemek yiyen, temizlik alışkanlığı olmayan, çadırlarda, in gibi evlerde yaşayan, saçlarından bit akan, adeta ilkel toplumlar mı yoksa kendi amaç ve yaşamları uğruna şiddeti hak görenler mi? İşte Coetzee, kötülüğün sıradanlığı ve şeffaflığıyla yüzleştirir bizi, üstelik bizi acıtarak. Bu saldırganlığı ve işgal etmeyi kendinde görenden empati beklemek büyük bir saflık olur. Acı çekeni görmek canımızı acıtırsa, bir başkasına nasıl şiddet uygulayabiliriz demek gerçekler karşısında çok anlamsız aslında. Nörobilimsel çalışmalar gösteriyor ki, kendimizden olmayan ve ötekileştirdiğimiz kişileri beynimiz nesne olarak algılıyor. İnsanlık tarihi kadar eski ve bir o kadar da acı soykırımlar, katliamlar böyle haklılaştırılıyor. Romanda da anlatılan şey tam da budur. Barbar damgası bir çözümdür, çözümsüzlükler arttığında. Biliyoruz ki emperyalist devletler barbarların varlığına ihtiyaç duyar. Uygarlık/çağdaşlık adı altında çok uzak diyarlara gitmek, oralara el koymak, oranın halklarını vahşi, işgalci sayarak kendini haklı göstermek başka türlü mümkün değil zaten.

Nobel Edebiyat Ödüllü Coetzee’nin insanlığa dair bu derin bakışı, zamanın ve mekânın çok ötesini anlatıyor. Geniş topraklara yayılmış imparatorluğun en ucundaki bölgede yaşayan Barbarlar, sözüm ona, ayaklanmak üzeredir. Onları bastırmak bahanesiyle gönderilen Albay Joll ve emrindekiler, müthiş bir işkence ve kıyım başlatır. Tüm yaşananlar, o bölgede görevli, yıllardır başkentin yüzünü görmemiş Sulh Hâkimi’nin ağzından aktarılır.

Coetzee zorbalara da, onların kurbanlarına da aynı insancıl tavırla yaklaşır. Hikâye, bilinmeyen bir coğrafyadaki bir sınır kasabasında geçiyor. Kale surlarının dışındaki yerli halkla daha çok ticarete dayanan ilişkilerin ve kısmen barış içindeki yaşamın ağır aksak temposu, başkentten Albay Joll’un gelmesiyle kesintiye uğrar. Çünkü başkentte barbarların silahlanıp isyana hazırlandığı söylentisi dolaşır. Son zamanlardaki hırsızlık ve saldırı olayları da “hiç uyumayan imparatorluğun” huzurunu kaçırır. Hudut kalelerinde ciddi soruşturma yapılması istenir. Gerekirse devletin gücünün en sert biçimde gösterilmesi beklenir.

Kasabadaki hırsızlık olayı yüzünden sorgulanan iki kişiyi görmek ister Albay. Kasabanın üst düzey görevlisi olarak yıllardır huzur ve sükûnet içindeki tekdüze yaşamını sürdüren Sulh Hâkimi, Tanrı’nın ve hükümetin görme alanı dışında kalan bu topraklarda her şeyin sakin olduğunu anlatmaya çalışır. Albay Joll, güvenlik ve devlete bağlılık konusunda oldukça titiz biridir. Böylece sorgulama başlar. Dede ile hasta, korkmuş torununun çığlıklar eşliğindeki sorgusunda dede ölür, çocuksa acıdan, işkenceden bir an önce kurtulmak için suçlamaları kabul eder. Halkının -ki aslında silahları olmayan balıkçı göçebelerdir bunlar- isyana hazırlandığını, silahlandığını, devlet için büyük tehdit oluşturduğunu kabul eder. Albay Joll, çocuğu da yanına alarak çöle, barbar avına çıkar… Bir süre sonra kasabaya çok sayıda göçebe getirir. Yaşlı, kadın, çocuk, doğada yaşamaya alışmış onlarca insan... Ve aynı işkenceyle sorgulama yaptırır. Ne huzur ne de yaşama sevinci kalır kasabada… Anlatıcının iç hesaplaşması anlatı boyunca devam eder.

Barbarları beklemek, bir bakıma Beckett’ın o muhteşem kitabındaki Godot’yu beklemek gibidir. Godot’nun kim olduğu, gelip gelmeyeceği, hatta neden beklendiği bilinmese de beklenir. Önemli olan beklemektir çünkü. Bu yüzden her an tetikte olmak, başka bir şey yapamayacak ve düşünemeyecek kadar beklemekle alakadar olmaktır. "Godot’yu Beklerken" olduğu gibi, barbarların da kim olduğu, hatta ne yaptıkları önemsiz bir ayrıntıya dönüşebilir. Bundandır ki aslolan, uzak diyarlardakilerin insan olup olmadıkları değil, amaçları için ne kadar nesneleştirip nesneleştiremedikleridir. Nesneleştirebildikleri oranda savaşçılarının zalim ve gözü dönmüş olabileceklerini iyi bilmektedirler çünkü.

2023’ü bekleyin, hedefimiz 2071 iddiaları ile muhteşem geleceğin ekonomik kriz koşullarında beklenmesi, gerçekleşmesi beklenen muhteşemliğin duraklarının sıralama noktalarına çıktığı zaman dilimindeyiz şimdi. Yaşadıklarımız bana İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupası’nın var olma sorunlarıyla bunalan insanlarının geleceğini kimliği belirsiz bir kurtarıcıya bağlamasının anlatıldığı ünlü bir tiyatro oyunu olan Godot’yu Beklerken’i anımsattı.

Sımsıkıya sarıldıkları hiçlik yüzünden hayatlarının geri kalanını sonu gelmeyen bir bekleyiş içinde, Godot’u beklemekle geçirmeye kendilerini mahkûm etmiş iki insan çıkar karşımıza Beckett’in ünlü oyununda. Canlarını acıtan ve de yakan sorunlardan kurtaracak sihirli değneği varmışçasına onun gelmesini beklerler. Oyundaki adları Gogo ve Didi olan ikilinin birtakım sorunları vardır; birinin şapkası kafasına batar, ötekinin botları ayağını acıtır. Fakat ne şapkayı çıkarıp atabilir ne ayakları bottan kurtarabilirler. Kendileri dışında olan ama kendilerini etkileyerek birer parçaları hâline gelmiş bu sorunları çözmeden beklerler yalnızca, rahatsız mı rahatsız bir biçimde üstelik. Çünkü kurtarıcılarının gelmesini beklemeyi iş edinmişlerdir. Yegâne görevleri buymuş gibi… Bunlar önümüzdeyken tembelliğiyle ünlü Oblomov’un kapı kilidi örneğini aklımızdan çıkarmayalım lütfen: Oblomov kapı kilidinin bozuk olduğunu tespit eder. Nasıl çözüleceğini aklına resmeder. Hatta bu işi yapmaya gönüllüdür de. Fakat bunun için eyleme geçmesi gerekir. Çünkü eyleme geçemedikçe tespit ve kararların hiçbir anlamı yoktur…

Ezcümle: Yaşadıklarımız, bize dayatılanlar bunları anımsatıyor. İstemediğimiz şeyi bize yaşatanlara karşı olması gereken tepkimiz içten ve de özden bir biçimde ama iş işten geçmeden kapı kilidini onarmaktır. Çünkü kapı kilidi bizi biz yapan olmazsa olmazlarımızın toplamıdır.