Barış bu dünyada sığınabileceğimiz tek sıcak ev, tek serin mağara ve in idi

Barış

> ALEV KARADUMAN karadumanalev@gmail.com

“Barış’la ilk kavgam 1945’te İkinci Cihan Harbi’nin bittiği gün oldu. Taksim Parkı’na götürüyordu annem bizi ve orada konsolosluklar, resmi binalar var; bütün her taraf bayraklarla donanmış... Ben anneme sordum neler oluryor diye. Annem ‘Bugün barış günü!’ dedi. Ben de çok kıskandım ve Barış’la pazarlık ettim. ‘Bütün oyuncaklarımı sana vereyim, bana ismini ver’ diye... Böyle gözünü kocaman açarak ‘I-ıh’ dedi, Barış.”

Barışa dair ilk özlemini ve onu ilk ellerinin arasından kaçırışını, kardeşinin ölümünden sonra bu anektod la anlatmıştı Savaş Manço. Barışın Taksim Meydanı’nda ‘coşkuyla’ kutlandığı o günlerden, barış yürüyüşlerinin polis ordularınca saldırıya uğradığı aynı meydandan geçerek geldik bugüne. Barışsız, kavgalı, kanlı, acılı günlerden, meydanlardan köylerden dağlardan geçerek. Her yıl başka gençleri ve yaşlıları savaşa kurban vererek. Kürtçe ıslık çaldığı için hapsedilen Musa Anter’lerden geçip, Kürtler ve tüm Türkiyeli’ler için demokrasi, özgürlük ve eşitlik talebiyle siyaset yapan adamın yargılanmasının talep edildiği günlere. Değişerek, değiştirerek, umut ederek, statükolara toslayarak. Barış işareti yaptığı için tutuklanan gençlerden, gerçekten barışa inandığı için sönümlendirilmek istenen bir siyasi oluşuma kadar yol aldık. İlerledik.

Bilinen oyundur. Hangi kelimeyi ele alırsanız alın, defalarca söyledikçe bir yerden sonra anlamını yitirir, ifadesizleşir, hiçbir şeyleşir. Barış; bu oyunun tek istisnası. Aksine söylenmedikçe, dile gelmedikçe imkansızlaşır, umut etmedikçe kaybolur, ‘barış’ demediğimiz her gün biraz daha silikleşir, biter, yiter.

Barış ile ilgili, felsefi, sosyolojik, edebi bir sürü tanım yapmak mümkün tabii. Ama kelimelerin en iyi bildiğimiz anlamı her zaman ilk öğrendiğimiz olduğundan belki de, barış çoğumuzun aklında küsmekten vazgeçtiğimiz an olarak kalmış, öyle duruyor. Önce küslük olacak ki, sonra barış olsun. Darılacağız tabii birbirimize, birbirimizin oyuncaklarını işgal edip oyunlarını ihlal etmişizdir muhakkak. Birbirimizle ilgili kötü konuşmuş, birbirimizi yok saymış, özgürlüklerimizi kısıtlamış, sevginin biri bin para, saygı dahi beslememişizdir! ‘Çocuğuz sonuçta’ Tekrardan konuşmaya, ilişki kurmaya, sorunlar kaybolmasa da sonuçlarının şiddetini azaltmaya karar verdiğimiz anda kenet olmuş parmaklar bir araya gelir, küs bozulur, ‘barıştık’ olur.

Barışın anlamı aynı barış olsa da büyüyünce karşılıkları değişiyor vesselam. İşareti kenetlenmiş parmaklar değil de, Churchil’in İkinci Dünya Savaşı zamanı ‘Victory’ kelimesinden esinlenerek kullandığı haline; karşıtı ise küslükten savaşa, yıkıma, ölüme, acıya, işkenceye, yok yere ölüme, başkaları için ölüme, HİÇ için ölüme denk düşüyor. Barış ise tüm bu vahşetin karşısında durmak, durabilmekle eş değer oluyor. “Barış, savaşın yokluğu anlamına gelmez; o bir erdem, bir ruh hali, bir iyilik, itimat ve adalet duygusudur” diyor ya Spinoza, iyilik ve itimat ve adalete inanmaya devam etmek barış demek oluyor; ona inanmak ve inandığını haykırmak yetiyor... Çünkü savaş karşısında yapılabilecek ve etkili tek şeyin bu olduğunu herkes biliyor, üzelerek ve elinden dahası gelemeyerek biliyor. Savaşın oluşu barış düşüncesini kısıtlamaya yetmezken, insanların kitlelerin inandığı bir barış savaş düşüncesini yerle bir edebiliyor; tarih böyle örneklerle doluyken Türkiyeliler de artık kendi barışlarını kendi iradeleri ile kurabileceklerine inanıyor. Çünkü biliyorlar, bire karşı binlerin milyonların inandığı, karşılıksız ve çıkarsız inandığı bir idealden daha güçlü hiçbir şey yok bu dünyada!

Hikâyede Savaş Manço’nun daha o çocuk yaşında fark ettiği özlem boşuna değildi; barış bu dünyada sığınabileceğimiz tek sıcak ev, tek serin mağara ve in idi. ‘En ii si o’ ydu ve barışsız dünya tahayyülleri, sadece savaşı yönetip uzaktan bakanların yanmayacağı kocaman bir kordu. Çünkü diğerleri biliyor ki savaşta ölmemek için yapılacak tek şey öldürmek ve mevcut güç sahiplerinin düşündüğünün aksine, kalbinde birazcık iyilik ve adalet duygusu olan kimse geçmişinde bir katil görmek istemiyor, istemeyecek!

Mehmed Uzun ‘Aşk Gibi Aydınlık, Ölüm Gibi Karanlık’ kitabının giriş yazısını boşu boşuna Gılgamış Destanı’nın o çarpıcı bölümüne ayırmadı; diyor ki bahsi geçen bölümde: “Gılgamış, insan-akrebin dediğini yaptı; yolunu, güneşin doğuş yönünde dağdan geçerek izlemeye koyuldu. Bir fersah yol alınca, çevresini saran karanlık yoğunlaştı. Işık yoktu. Gılgamış, önünü ardını göremiyordu. İki fersah yol alınca, çevresini saran karanlık yoğunlaştı. Işık yoktu; Gılgamış önünü ardını göremiyordu. Üç fersah yol alınca, çevresini saran karanlık yoğunlanştı. Işık yoktu, Gılgamış önünü ardını göremiyordu. Beş fersah yol alınca, çevresini saran karanlık yoğunlaştı. Işık yoktu; Gılgamış önünü ardını göremiyordu. Altı fersah yol alınca, çevresini saran karanlık yoğunlaştı. Işık yoktu; Gılgamış önünü ardını göremiyordu.Sekiz fersah yol alınca Gılgamış acı acı haykırdı; ne önünü ne ardını görebiliyordu. Dokuzuncu fersahtan sonra kuzey rüzgarının esintisini yüzünde duydu; ama karanlık yoğundu, önü de ardı da görünmüyordu. Onuncu fersahtan sonra artık yolun sonuna gelmişti. On birinci fersahtan sonra, şafağın ışıkları belirdi. Ve on birinci şafağın sonunda, güneş ışınları sel gibi aktı.”

Barış... Tüm kelimelerin aksine, kullanılmadıkça anlamsızlaşan tek kelime! İnsanlar inanacak, barış gelecek ve inat ve inanç hep ama hep karanlığı yenecek...