Milli duygular körüklenerek hedef büyütüldü. Bu kez “ya iktidar ya kaos” yerine “ya başkanlık ya kaos” denerek amaç hasıl olabilir düşüncesiyle “milli cephe”nin önündeki kurdele kanlı törenlerle kesildi

Barış için daha fazla cesaret

ZEYNEP ALTIOK AKATLI*

“kuşkuyla morarırken önlerinde günleri,
dünleri yamru yumru kararır arkalarında.
şu vurdumduymaz uzun ömür düşkünleri,
pıtrak gibidir zamanın saydam kumaşında.
uzun ömre böylesine düşkün olanlar,
daha fazla kötülükse görmek istedikleri;
hele bir dönüp geçmişlerine baksınlar.”**

Şiddet rejiminin başkanı olmak için devletin tüm kaynaklarını kullanarak ve “milli iradeyi” hiçe sayarak yola çıkan diktatörlük heveslisi zat tüm hızıyla vites yükseltmeye devam ediyor. 13 yıllık AKP iktidarı süresince türlü baskılarla toplumsal bir dönüşümü örgütleyen RTE “başkanlık rejimi” için her şeyi göze almış durumda. Cumhuriyetimizin kazanımlarını ve Atatürk ilkelerini geleceğe taşımak yerine bu mirası hor kullanan iktidarların kapitalist çıkarlar ve sorgusuz erk uğruna öncekini arattığı ortamdan beslenerek, darbe yasalarıyla olanaklar bahçesine dönüşen Anayasayı torba yasalarla eğip bükerek, eğitim sistemini, yargıyı ve medyayı ele geçirerek, tüm kavramların içini boşaltarak yürüttüğü algı operasyonlarının da katkısıyla “kindar ve dindar” neslini devreye sokmuş durumda.

13 yılın sonunda toplumun her kesiminin farklı şekillerde mağdur edilişi “birkaç ağaç” uğruna öndersiz, örgütsüz, vicdanlı ve kardeşçe bir toplumsal harekete dönüştüğünde oluşan dayanışma ve bilinç yani Gezi isyanının haklı kavgası 7 Haziran’da %10 oy kaybı olarak önüne düştüğünde “sözde” başkanın içine düşen salt korkuydu. 7 Haziran’ın olanaklarını iyi okuyamayarak, ben değil “biz”, parti değil vatan ve halk diyemeyen muktedirlerin, işbirlikçilerin en hafif tanımı ile öngörüsüzlüğü ise yeni bir algı operasyonu için fırsata dönüşecekti. Devletin tüm kaynakları, örtülü ödenekler ve orantısız şiddet kullanılarak yeni bir seçim kurgulandı. 1 Kasım için yapılması gereken yıllardır ekilen kin ve nefret tohumlarının kefen giymiş neferlerinin kayışlarını çözmek; kişisel çıkarları ve rant uğruna her şeyi feda edebilecek, mevki ve ihale avındaki yoz ve cahil para babalarının önüne bir demet havuç bağlamak; yoksul ve yoksunlaştırılan milyonların evine ateş düşürerek korku ve kaygıyı tetiklemek yeterliydi. Birlik ve dayanışma ruhu nefret diliyle, aidiyet ithamı ile, mezhepçilik ile yok edilmeli, sokağa çıkan, itiraz eden olursa “öfkeli çocuklar” tarafından katledilmeli; düşünce ve muhakeme yetisini henüz kaybetmemiş insanlar ise terörist yaftası ile susturulmalıydı. Amaç hasıl olduktan sonra bu kez parlamentonun işlevsiz bir sataşma diyalogları arenası olarak dizayn edilmesi; muhalefetin hiçbir çözüm stratejisinin, araştırma/ inceleme önergesinin gündeme alınmadığı, hiçbir komisyonun çalıştırılmadığı bir yapıya dönüştürülmesi için gerekli talimat varildi. Millî duygular körüklenerek hedef büyütüldü. Bu kez “ya iktidar ya kaos” yerine “ya başkanlık ya kaos” denerek amaç hasıl olabilir düşüncesiyle “milli cephe”nin önündeki kurdele kanlı törenlerle kesildi.

5 Haziran 2015 Diyarbakır; 5 ölü 400 yaralı, 20 Temmuz 2015 Suruç; 33 ölü 100 yaralı, 10 Ekim 2015 Ankara; 103 ölü 238 yaralı, 12 Ocak 2016 Sultanahmet; 11 ölü 16 yaralı, 17 Şubat 2016 Ankara; 28 ölü 61 yaralı, 13 Mart 2016 Ankara Kızılay 35 kişi ölü 125 yaralı.. Şiddet yerini teröre bırakmalı ve memleket kan revan içinde kalmalıydı. Barış bir araç olarak kullanılırken sağlanabilen çatışmasızlık sona erdirilmeli, sözde çözüm süreci “buzdolabına” kaldırılmalıydı. Adeta bir düğmeye basmış gibi 4 yıllık çatışmasızlık hali birkaç infazla iyi bir tahrik unsuruna dönüştürülerek memleketin dört yanı can pazarına dönüştürüldü.

Borçlar büyümesin, tencere kaynasın, beyaz Toros’lar gelmesin, evlatlar ölmesin korkusunun karşısına yeni bir araç olarak bu kez istikrarı “çözüm” olarak koyanlar 1 Kasım’da kimsenin, kendilerinin bile öngöremediği bir sonucu önümüze getirdi. 1 Kasım konjonktürel ve sosyolojik bir ‘case study’ olmanın ötesinde yakıcı bir gerçeklikle canımızdan çan koparıyor şimdilerde. Ortaya çıkan tablo vatandaşlarımızın “terörle mücadele” adı altında kontrolsüz, denetimsiz, hesap verilebilirlikten uzak güvenlikçi yaklaşımla, terör örgütünün ateş hattı arasına sıkıştığı bir büyük dramdır. İstikrar vaadinin bilançosu olarak Diyarbakır, Şırnak, Mardin, Muş, Elazığ, Batman’da en az 1,5 milyon insanın en temel yaşam ve sağlık hakkı ihlal edilmiştir. 400 güvenlik görevlisinin şehit olduğu, 320 sivil insanımızın (72 çocuk, 62 kadın, 30’u 60 yaş üstü) öldüğü bölgenin acısı tüm yüreklere “ama” demeden düşmeli. Şehit askerler, polisler bizim evlatlarımız. Geride yalnız kalan çocukları bizim geleceğimiz, yarınlarımız. Dolayısıyla çatışmasızlık ve barışın yeniden (!) sağlanması için mutlaka gerçekçi ve somut adımlar atılmalı.

baris-icin-daha-fazla-cesaret-127212-1.Kentlerde günlerce sokağa çıkma yasaklarıyla, sağlık hizmetleri kesilmiş, okullarda eğitim son bulmuş, vurulmadan, tutuklanmadan yürünmez olmuş kimin umurunda? Bu anlayışla sürdürülen terörle mücadele bambaşka bir noktaya doğru evrildi. “Taş üstünde taş; baş üstünde baş kalmasın” diyenlerin uzantısı, barış isteyenlerin “kanlarında duş almak isteyen” mafyanın yoldaşı, “bundan sonra kimse bizim karşımıza, ‘objektiflik, tarafsızlık, insan hakları, gibi argümanlarla gelmesin” gibi Hitler’in dahi sarf edemeyeceği akıl almaz bir çıkış ile şiddeti kutsayarak Anayasamızın yürürlükte olan hükümleri ile iç hukukumuzun parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerini yok sayabiliyor. Oysa evrensel insan hakları kriterleri açık hükmü uyarınca terör ve çatışma ortamında kamu düzenini sağlamak elbette devletin temel ve vazgeçilmez görevidir. Ancak hükümet bu görevi yerine getirirken sivillerin yaşadığı kent merkezlerinde orantılılık ilkesine uygun hareket etmeli, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini korumalı, her türlü can ve mal kaybına engel olmalıdır. Vatandaşlarımızın hakları hendeklerle rehin alınamayacağı gibi şiddet ile de asla gasp edilemez.

düşlerimde şimdi kıpkızıl cehennem gülleri;
soğuyup buz kestim bense, gövdem zemheri.***

Ölümlerin geride kalanlara bıraktığı acılardan, yarattığı travmalardan ve büyük bir toplumsal kopuştan başka bir karşılığı yoktur. İnsanlarımızın geçmişi ve geleceği arasındaki bağ, toplumsal ortaklık ve değerler hızla yok oluyor. Yeni bir Diyarbakır Cezaevi deneyimine doğru adım adım ilerliyoruz. Bugün hendeklerdeki insanların, dünün beyaz Toros’larıyla toplanan, bugün (AKP’nin göstermelik meclis araştırma komisyonlarında “yüzleşilen” ) Diyarbakır Cezaevi’nde zulmedilen insanların çocukları olduğu unutulmamalı. Toplumsal birlik ve barışın çatışma ile şiddetle sağlanamadığını 40 yıllık Kürt sorununun çözümünün tüm zamanların en ağır silahlarıyla saldıran baş üstünde baş bırakmamak üzere görevlendirilmiş timlerce sağlanamayacağı nasıl görülemez? Bu ülkenin vatandaşları hendeklere kurban edilmemeli. Bugün Güneydoğu’da her yerden farklı ölüm haberleri geliyor. Sağlıklı bilgi akışı yok. Tarafsız basın, insan hakları gözlemcileri, inceleme komisyonları, milletin vekilleri bölgeye “can güvenliğiniz yok” denerek sokulmuyor. Suriye’den haber alınabiliyor ama Cizre’den alınamıyor. Toplu infazlar, tecavüzler, işkenceler olduğuna dair bilgiler dolaşımda. Oysa sadece savaşlarda değil iç çatışmalarda da devlet olmaktan kaynaklı yükümlülükler var. Devletler meşru organizasyonlardır, çete veya terör örgütü ile misilleme esası ile çatışmaz. Meşruiyetini yasalardan alır. Devletle terör örgütü arasındaki fark hukuktur. Bu hukuk imzaladığımız uluslararası sözleşmeler ile sabittir. Cenevre Şözleşmeleri ve insan hakları hukuku çerçevesinde “çatışma ortamında” sivillerin zarar görmemesi ve “yaralıların tedavisi” gereklidir. Hukuk devleti ve insan haklarına dayanan bir devletin kendi yurttaşının yaşam ve sair haklarını ‘terörizmle savaşıyoruz’ diyerek ortadan kaldırması meşru görülürse mücadele ettiği/ettiğini iddia ettiği güçle arasındaki fark bulanıklaşır. Eğer bir binada mahsur kalmış siviller veya terör örgütü mensupları varsa, devlet meşruiyet sınırları içerisinde hareket ederek öncelikle insanları sağ teslim almaya, terörist olduğu sabit suçluları da esir almaya yönelmelidir, her şeyden önce devletin zorunlu haller dışında öldürmeme yükümlülüğü vardır. İnsan hakları konu ve durum ne olursa olsun geçerli olmalıdır. Aksi halde insan hakkı ihlalleri için ihtiyaca göre gerekçe üretmenin yolu açılır. Zaten hak ihlali de bu demektir. Bir Cumhurbaşkanı’nın “bana kimse insan hakları, hukuk ve demokrasi ile gelmesin” diyebildiği bir ülkede yalanlar üzerine kurulu algılar, gizli tanıklar, teröristlikle suçlanan aydınlar sistemli gerekçeler olarak karşımıza çıkarılıyorsa tuz çoktan kokmuştur.

Hükümet görevini sorumlu şekilde yerine getirmeli, önceliğin çatışmasızlık ortamının yeniden sağlanmasına verilmesi için derhal adım atmalıdır. Çözümsüzlüğe evrilen “çözüm sürecinin” ilk gününden beri meclis çatısı altında, şeffaf bir anlayışla tüm partilerden temsilcilerin katılımıyla yürütülecek bir süreç önerdik. Bunu reddedenlerin ülkemizi sıkıştırdığı çıkmaz önümüzde. CHP olarak bugün yine “Mecliste Toplumsal Mutabakat Komisyonu” kurulmasını gündeme getirdik. Tıpkı yeni ölümlerin geleceğinin habercisi katliamların tekrarını önlemek için kurulmasını önerdiğimiz araştırma komisyonları gibi bu önerimiz de reddedildi. Kendi inisiyatifimizle görevlendirdiğimiz heyetlerin raporları İŞID tehlikesini tüm boyutları ile ortaya koyuyor ve gerekli önlem önerilerini içeriyordu. Görmezden gelindi. Bugün büyük bir istihbarat zaafı ile karşı karşıyayız. Sayısız İŞİD üyesi ülkenin doğusundan batısına cirit atıyor. Terör artık batıya kadar uzanan geniş bir hatta yayıldı. Ankara’nın, İstanbul’un göbeğinde masumları hedef alıyor. Nasıl bahsetmeyeceğiz hükümdara insan hakları ve hukuktan, yaşama hakkından, masum kanından? Hal böyleyken “istikrar” diye kükreyenler topraklarımızda can alan İŞID çetelerine terör örgütü diyemezken, her şeyi bir kenara bırakmış Suriye’deki savaşın bileşenlerinden kendi iç savaşına görev biçme peşinde. Bu yaklaşımla Orta Doğu’da mezhepçi ittifaklar kurma derdinde. “Sözde” Başkan kendi iç barışını sağlayacağına eşi benzeri görülmemiş bir dış politika zaafı içinde ülkeyi savaşa sürüklüyor. Üstelik dünyanın birbirine muhalif iki gücünü birden ayrı ayrı karşısına alacak kadar cinnet halinde!

Hal böyleyken barışı örgütlemek için cesaret, kararlılık ve dayanışma esastır. Ölüm ve şiddet üretmeyen herkes ile yan yana gelinebilmeli ve daha fazla vakit kaybetmeden adım atılmalıdır.

bize yapılanları gördüm, hepsini
gül yanlış kokarsa tuz yakaya takılır****

*CHP İzmir Milletvekili
**Metin Altıok Soneler XVIII
***Metin Altıok Soneler X
​****Orhan Alkaya Tuz Günleri şiirinden alıntıdır