“Savaş hali”, bugün Türkiye’de kurulmak istenen yeni rejimin sıkıştığı anda devreye soktuğu geçici bir enstrüman olmanın ötesinde iktidarın sürdürülebilirliğinin varoluşsal koşulu mertebesine yükselmiştir

Başkanlık arefesinde Türkiye’yi anlamak: Savaş halinin sabitleşmesi

Cenk Saraçoğlu

2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana, AKP’nin Türkiye’deki sağ siyaset içerisindeki yerini ve benimsediği hegemonya stratejisinin özgüllüklerini anlamaya çalışıyoruz. O dönemden bugüne Türkiye solunun kimilerinin tabiriyle “geleneksel” öbekleri - ki bu öbekler 2010 referandumu sürecinde “Hayır”’a çağrı yaparak ortak bir çizgide buluşmuşlardı- AKP projesinin daha baştan üç sabit eğilimin belirlediği sahada varlığını sürdürebileceğini ifade etmişlerdi: daha fazla piyasalaşma, dinselleşme ve emperyalizmle uyum. Bugün aradan onca yıl geçmesine ve köprüden çok sular akmasına rağmen bu “sabitler” geçerliliğini koruyor ve herhangi bir çözümleme için elverişli birer başlangıç noktaları olmayı sürdürüyor.

Öte yandan bu “sabitlerin” oluşturduğu alanda kendisini kuran siyasi iktidarın 15 yıllık iktidar dönemi boyunca a) yönetme stratejisi ve yöntemleri, b) öne çıkardığı ideolojik/söylemsel vurgular c) karşısına aldığı düşmanlar ve d) içine girdiği ittifak ilişkileri açısından 2002’den bu yana aşırı değişken, savruk ve çelişkili yönelimleri benimsediğini de kabul etmemiz gerekir. Lâkin, bu alanlardaki zikzaklar başta bahsettiğimiz sabitlerin temelden sarsılmasına yol açmamıştır. Tersi daha doğru olabilir: AKP, hem Türkiye toplumunun ve hem de uluslararası siyasetin birikmiş ve su yüzüne çıkan gerilimlerinin varlığında ancak bu alanlarda savruk bir şekilde hareket ederek, kendi sabitlerini koruyabilmiştir. Kısacası AKP iktidarı boyunca bahsettiğimiz sabitleri, farklı yönetme stratejileriyle, ideolojik vurgularla, düşman tahayyülleriyle ve farklı ittifaklarla zorlamaya çalışmıştır. 15 senelik “fırtınalı” iktidarın özeti belirli bir soyutluk düzeyinde böyle ifade edilebilir.

Değişkenlerin sabitleşmesi
Bu noktada şunu da söylemek gerekir: Yukarıda bahsettiğimiz ve AKP iktidarının “değişkenleri” olarak tarif ettiğimiz alanlarda benimsediği kimi yönelimler doğurduğu geri döndürülemez siyasal sonuçlarla ve böylelikle de bir kez içerisine girildiğinde terk etmenin imkansız olmalarıyla, yeni “sabitlerin” ortaya çıkmasına neden olabilir. Ne kadar pragmatik bir siyasal parti olursa olsun AKP için bile nesnel koşulların zorlaması bazı değişkenleri sabitleyebilir.

O halde başkanlık referandumuna gittiğimiz bugünlerde “Türkiye nereye?” sorusunun yanıtı verilirken şu yöntem izlenmelidir: AKP’nin bahsettiğimiz ve baştan beri bildiğimiz dinselleşme, emperyalizmle uyum ve piyasalaşma sabitlerinin yanına, yukarıdaki “değişkenler alanından” türeyen yeni sabitler eklenmiş midir? Bugünkü tabloyu göz önüne alarak bu sorunun yanıtını AKP’nin “yönetme stratejisi” başlığına denk düşen değişkenlik alanındaki uzun süredir benimsediği bir yönelime bakarak yanıtlayabiliriz: AKP önce 2011’den itibaren Suriye’deki savaşın bilfiil parçası olarak, ardından Haziran 2013 (Gezi) sonrasında o zamana kadar ideolojik olarak soğuramadığı kesimlere yönelik güvenlik aygıtlarını devreye sokarak ve Haziran 2015 seçimleri sonrasında Kürt siyasetiyle köprüleri atarak, bunların doğurduğu kalıcı siyasal sonuçlar düşünüldüğünde, hem içeride hem de dışarıda çıplak bir “zor kullanımını”, yani sürekli bir savaş halini, diğer üç sabitinin yanına eklemiş gözükmektedir. “Savaş hali”, bugün Türkiye’de kurulmak istenen yeni rejimin sıkıştığı anda devreye soktuğu geçici bir enstrüman olmanın ötesinde iktidarın sürdürülebilirliğinin varoluşsal koşulu mertebesine yükselmiştir.

baskanlik-arefesinde-turkiye-yi-anlamak-savas-halinin-sabitlesmesi-253280-1.

“Savaş halinin” neden ve nasıl sabitlendiği sorusu onun, AKP’nin “yönetme stratejisi” başlığına denk düşen değişkenlik alanında tekleşmesiyle, yani bu alanda AKP’nin alternatif araçlarının tükenmesiyle açıklanabilir. Diğer bir deyişle “savaş hali” yönetme stratejisi alanında önce seçeneklerden birisiyken, zaman içerisinde zorunluluk haline gelerek sabitlenmiştir. “Savaş halinin” tekleşerek sabitlenmesi, bir kez tercih edildiğinde, diğer alternatifleri geri döndürülemez şekilde devre dışarı bırakmasıyla mümkün olmuştur. Yani savaş, yönetme stratejisi alanında diğer seçenekleri de “yiyerek” genleşmiş, ve alanın tümüne hakim hale gelmiştir.

Savaş halinin sabitlenme süreci
Bahsettiğimiz bu süreç, AKP’nin, kendi sabitlerinden birisi olan “emperyalizmle uyum” tarafından çizilen sınırların, emperyalizmin Ortadoğu’da girdiği kriz neticesinde bulanıklaştığı bir dönemde, Suriye savaşının içerisine hesapsız kitapsız dahil olmasıyla yakından ilgilidir. Suriye savaşının içerisine girdiği çıkmaz ve buradaki dış politika hesaplarının tamamen akamete uğraması ile ortaya çıkan sonuç sadece “yapılan hamlenin maliyetinin, faydasından” fazla olmasının ötesindedir. Zira maliyet/fayda hesabı, ancak, içerisine girdiği yönelimi istediği anda sonlandırabilecek “öznelerin” yapabileceği bir şeydir. Türkiye ise bugün Suriye’de böyle bir şansa sahip değildir; ortada bir çıkış stratejisi yoktur; çünkü hem Suriye krizinin yarattığı toplumsal felaket, hem savaşın bütün aktörleri hem de onların siyasi hesapları Türkiye içerisine çekilmiştir. “Çıkılacak” ve geriye çekilecek bir alan kalmadığı için çıkış stratejisi de yoktur. Bu anafor içerisinde Türkiye, krizin, ülkedeki iktidarı sarsacak olası en yakın tehlikelerini bertaraf etmeye ya da onun yaratacağı herhangi bir kısa vadeli siyasi fırsatı yakalamaya yönelik olarak elindeki tek silahı olan TSK’yı sahaya sürmüş durumdadır. Yani Türkiye’nin dışarıda “savaş halinde” olması Suriye’de elinde kalan son yönetim stratejisi seçeneğidir. Diğer yandan dışarıdaki “savaş halinin” içeriye yönelik işlevselliği de onun tekleşerek sabitlenmesine katkıda bulunmaktadır. Bu işlevselliği birazdan açımlamak üzere “savaş halinin” yurt sathında sabitlenmesi sürecini anlamaya çalışalım.

AKP’nin iç politikadaki yönetim stratejisi alanında “savaş halinin”, başka seçenekleri tüketmek ve tekleşmek suretiyle sabitlenmesindeki en önemli dönemeç Haziran 2013, yani Gezi’dir. Gezi İsyanı her ne kadar sönümlenmiş gözükse de Türkiye’deki ideolojiler alanında kalıcı bir etki bırakmıştır. 2013 Haziran’ından önce şöyle ya da böyle, gittikçe azalan derecelerde de olsa AKP, kendi sabitlerini, yani dinselleşme, emperyalizmle uyum ve piyasalaşma gündemini “toplumun bütünün çıkarları” olarak sarıp sarmalayacak bir ideolojik manevra alanına sahipti. Dinselleşme, “dinsel çoğulculaşma ve Kemalist otoriterlikle hesaplaşma” olarak toplumunun bütününün “özgürlük” arayışı olarak sunuluyordu. Piyasalaşma, yine toplumun bütününün ekonomik refahı, ülke kaynaklarının doğru ve akılcı değerlendirilmesi olarak lanse edilebiliyordu. Emperyalizmle uyum, yine kadim Kürt meselesini çözecek, barışı bütün bir toplum için tesis edecek toplumun bütünün çıkarına ve yararına bir durum olarak tarif ediliyordu. Gezi isyanı bütün bu ideolojik tahkimatın toplumun önemli bir kısmına işlemediğini, tersine AKP’nin sabitleriyle tamamen uyumsuz yeni bir toplumsal tasavvurun yeşermeye başladığını gösteriyor ve bu haliyle de AKP’yi kendi toplumsal tabanına daralmaya, bu tabanı Gezi karşısında, onunla yarışabilir bir militanlık, konsolidasyon ve ortak kimlikle donatmaya zorluyordu. “Savaş hali” hem Gezi gibi eylemliliklerin yeniden fışkırabileceği bütün alanları kurutabilmek hem de AKP seçmenlerinden sürekli teyakkuz halindeki karşıt bir toplumsal dinamiği yaratabilmenin elde kalan tek aracı olarak öne çıktı; ve yönetim stratejisi alanının bütününe nüfuz etmeye başladı.

İç politikadaki ikinci önemli dönemeç Haziran 2015 seçimlerinden sonra ortaya çıkan tabloydu. Bu seçimlerden sonra HDP’nin %13’lük oyla meclise girmesi ve tek parti iktidarının ortadan kalkma tehlikesi AKP için artık özellikle Gezi’den sonra yukarıda anlattığımız yeni yönelimi bağlamında ayak bağı haline gelmeye başlayan “barış sürecinin” iyiden iyiye maliyetli olması anlamına geliyordu. Üstelik, barış sürecinin diğer tarafı PKK’nın Suriye’de AKP ile karşı karşıya gelme eşiğine ulaşması zaten ideolojik derinliği olmayan ve bir yerde tıkanmaya yazgılı bu sürecin erken sonlanacağını haber vermekteydi. Nihayetinde “savaş hali” çok kısa bir süre içerisinde AKP’nin Kürt meselesini yönetme stratejisinin bütününü kaplayarak, tekleşti ve sabitlendi.

Hem içeride hem de dışarıda birbirini besleyen “savaş hali” sadece koşulların zorladığı bir zorunluluk olmak dışında aynı zamanda onun sabitliğini perçinleyen belirli işlevleri de yerine getiriyor. Birincisi, savaş hali, AKP’nin, toplumun bütünün çıkarlarını “ bir parti olarak” temsil etme iddiası için seferber edilebileceği diğer ideolojik araçlarını yitirdiği bir durumda toplum karşısına partiyi aşan “devlet” hüviyetinde çıkmasını mümkün kılıyor. Nisan’da oylanacak başkanlık rejiminin genel hatlarını belirleyen de zaten parti ile devlet arasında mesafenin daratılmasından da öte gerçek bir bütünleşme sağlama, partinin geçmişini, bugünkü yönelimlerini ve liderliğini “devletleştirerek” kutsallaştırma ve dokunulmaz hale getirme hedefiyle çizilmiştir. Böyle bir hedef ancak “savaş hali” koşullarında gündeme getirilebilirdi; zira AKP’nin başkanlık için elindeki tek argüman “devletin bekasıdır”. Bu açıdan, “savaş hali” AKP-halk karşıtlığı ekseninde Gezi ile genişleyen yeni siyaset alanının, devlet ve onun düşmanları karşıtlığı ekseninde etkisizleştirilmeye çalışılması çabalarını besleyen ideolojik olarak üretken bir sabite dönüşmüştür.

İkincisi savaş hali, sistem içi muhalefet unsurlarının yukarıda anlattığımız ideolojik boşluğu doldurma kapasitesinden yoksun bırakılma çabaları açısından işlevseldir. AKP, CHP karşısında Gezi ve yolsuzluklar gündemi, MHP karşısında ise barış süreci ile kuramadığı ideolojik/moral üstünlüğü savaş haliyle yeniden tesis etme şansını yakalamak istemiştir. Bunun MHP üzerinde başarılı olduğu bugün bakıldığında kesindir.

Savaş hali, ordu ve iktidar
“Savaş halinin” diğer üç öğe yanında sabitleşmesi bütün bir devlet alanının ve özellikle de güvenlik aygıtlarının bununla uyumlu bir şekilde dizayn edilmesini gerektirir. Piyasalaşma, bir sabit olarak, devlet-sermaye ilişkilerini ve bununla ilişkili şekilde yürütmenin yetki alanını biçimlendiriyorsa, emperyalizmle uyum dış politika yapım süreçlerinin kodlarını belirliyorsa, dinselleşme resmi ideolojik söylemde ve onun kurumlarında çarpıcı değişimleri zorluyorsa, savaş halinin sabitlenmesi de onunla uyumlu kurumsal mimarinin oluşmasını gerektirir. Örneğin “savaş halinin” sabit bir iktidar dayanağı haline geldiği bir ülkede ulusal ordu ile yürütme erki arasında boşluk bırakmayan bir uyumdan öte bütünleşmenin ortaya çıkması ideal bir durum hale gelir; ve bundan her sapma bir kriz dinamiğidir. 15 Temmuz’daki darbe girişiminin bir anlamı da söz konusu asgari bütünleşmenin orduda adım adım örülen FETÖ yapılanmasının varlığında o tarihe kadar mümkün olmadığının ortaya çıkmasıdır. Bu girişimin bertaraf edilmesi ve arkasından gelen tasfiyeler sabitleşen savaş haline uyumlu bir askeri mimarinin oluşturulabilmesini hiç değilse olanaklı kılmıştır. Darbe girişimini izleyen dönemde Suriye’de girişilen Fırat Kalkanı harekâtı böyle bir bütünleşmenin hem sınandığı hem de inşa edildiği bir süreç olarak da okunabilir.

Tüm bu çerçeveye yaslanarak bakıldığında geçtiğimiz hafta Hürriyet’in malum “Karargah Rahatsız” manşetine verilen sert tepkinin ne anlama geldiğine dair bir şeyler söylemek de mümkün hale geliyor. Bu olay ne Doğan medyasının AKP’ye referandum öncesi ona danışıklı asist yapmasıyla, ne de yeni bir darbe sürecini yavaş yavaş ısıtmasıyla açıklanabilir. Savaş halinin sabit bir dayanak haline geldiği bir rejim kurgusu içerisinde ordu ve siyasal iktidar arasında bırakın ihtilafı, kurumsal anlamda ayrılık görüntüsü oluşturan her türlü malzemenin alarm durumu yaratması beklenir bir durumdur. Piyasalaşmanın sabitlendiği bir ülkede nasıl döviz kurundaki dalgalanma alarma geçiriyorsa savaş halinin sabitlendiği bir ülkede de güvenlik aygıtları içerisindeki en ufak bir sapmanın teyakkuza geçirmesi normaldir.