Baskıların arkasında ne var?

Niall Finn

Türkiye’de genel seçimler yaklaşırken ülkenin sözde tarafsız Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Dört yüz vekil verin bu iş huzur içinde çözülsün” demişti. Türkiye halkına karşı uğursuz bir tehditti bu. Ya Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’ne Meclis’te anayasayı değiştirip Erdoğan’ın yeni başkanlık sistemiyle tüm gücü elinde toplamasını sağlayacak çoğunluğu verin ya da AKP’nin iktidardaki üçüncü döneminin sonunda oldukça kendini gösteren istikrarsızlığın ve şiddetin dozunun artmasına hazırlanın anlamına geliyordu. Bu tehdit, her bir neslinin farklı ekonomik ve siyasi krizler yaşadığı bir ülkede oldukça büyük bir anlam ifade ediyor. AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde ülke yıllardır istikrarsız koalisyonlarla yönetiliyordu ve ekonomik kriz neredeyse diğer tüm siyasi partilerin itibarını yok etmişti. AKP bu beklenmedik başarısını dişli bir seçim blokuna yönlendirdi; Türkiye’nin paramparça olmuş siyasi manzarası içinden birbiriyle alakası bile olmayan sosyal güçleri bir araya getirdi. Bunu gerçekleştirmek için ise toplumun devlet-kaynaklı ekonomik gelişmesinden hoşnut olmayan kesimlerine yöneldi. Neo-liberalizmi Türk İslamiyeti ile birleştirip eşi benzeri görülmemiş bir popülizm yarattı ve bunu ülkenin (söylenene göre) siyasi, askeri ve ekonomik gücünün önünde engel oluşturan laik elit kesime karşı kullandı. AB ve IMF’nin himayesi ve desteği altında AKP, ülkeyi ‘demokratikleştirme’ çabaları sonucunda birçok önemli grubu kendi saflarına çekti. Türkiye siyasetinde orduyu etkisiz kılma çabaları liberal aydınların sevgisini kazandı. Bir dizi İslamcı dernek vasıtasıyla sağladığı yardımları kamu hizmetleri ile birleştirmesi (daha önce sadece ordu mensupları ve bürokratlara mahsustu) şehirli yoksulları kendine çekti. Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile de başlattığı çözüm süreci ülkenin Güneydoğusunda özellikle dindar ve muhafazakâr Kürtlerin desteğini almasını sağladı. AKP ayrıca kilit sosyal tabanının (Orta Anadolu’nun dindar, ihracata yönelmiş imalatçıları ile ülkenin Batı’ya yönelmiş tarihsel olarak İslamcı partilere düşman olan geleneksel büyük sermayesi) çıkarlarına uygun düşen neoliberal ekonomik reformlarını yoğunlaştırdı.

Meclis’in dışına çıkarsak, bir zamanlar güçlü olan radikal sol hâlâ 1980 askeri darbesiyle gelen katliamın yaralarını sarmış değil. Generallerin amacı açıkça militan solu ilk ve son kez ezip yerine Türk milliyetçiliği ve muhafazakâr İslamcı değerlerin popülist bir karışımını getirmekti. Bu yüzden yüzlerce, binlerce solcu yakaladılar, işkenceden geçirdiler, hapislerde çürüttüler ve bir o kadarını da ‘kaybettiler’. Böylece ülkede neo-liberalizmi uygulamanın önündeki en büyük engeli kaldırmış oldular.

2011 yılında Arap Baharı patlak verdiğinde AKP zirve yapmış durumdaydı. Müslüman Kardeşler’in Türk kolunda kökleri olduğundan ve (kendi deyimleriyle) eskimiş, laikçi, ordu tarafından desteklenen elit kesimi bozguna uğrattıklarından, parti kendisini devrimlerin öncü kolu olarak görüyordu. Ama AKP gücünün zirvesindeymiş gibi görünürken esas şimdi olası çöküşün tohumları atılıyordu. Mayıs 2013’te tüm Türkiye’de protestolar patlak verince aynı Esad’a karşı sergiledikleri keskin dönüş gibi aynı tarihsel amaçla protestoları sindirdi. AKP için bu tarz gösteriler Mısır’ı yeni yeni sarsmaya başlayan, Muhammed Mursi’ye karşı yapılan devrim-karşıtı protestolarla yakınlık gösteriyordu. Bu yüzden gösterileri kaba kuvvetle bastırdılar. Ayaklanma, kökenini, İstanbul Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine yapılacak AVM’ye karşı çıkan küçük protestolardan alıyordu. Polis baskısı halkı her yerde sokaklara döktü; küçücük bir gösteriyi koskoca bir ayaklanmaya dönüştürdü. Göstericiler geniş bir yelpazeden siyasi ve sosyal gruplardan oluşuyordu. Kemalistlerden taraftar kulüplerine, Kürt aktivistlerden LGBT örgütlerine AKP’nin gitgide otoriterleşen neo-liberalizminden bıkmış herkes sokaklardaydı. Hepsi aynı biber gazının ve plastik mermilerin hedefi oldu. Türkiye’nin çeşitli sol ve azınlık hareketlerinden olan deneyimli bir kitle için bu tanıdık bir durumdu.


Bu sırada, Esad’ın halk hareketi ile gitmeyeceği anlaşılınca AKP muhalif radikal İslamcı gruplara daha fazla tolerans göstermeye başladı. Bu gruplar sadece Suriye rejimine karşı en etkili askeri gücü oluşturmuyor aynı zamanda Türkiye sınırında otonomi kazanan Kürt savaşları arasına karşı da bir siper görevi görüyordu. Geçen sonbahar IŞİD Kürt şehri Türkiye sınırının Suriye tarafında kalan Kobani’yi kuşattığında Türk ordusu sadece müdahil olmayı reddetmemişti. Kuşatmayı kırmak için Türkiye sınırını geçmeye çalışan aktivistleri de şiddet kullanarak engelliyordu. Bu aktivistlerin hareketleri Türk ordusunun geleneksel Kemalist savunmasına ve sadece güçlü, birleşik bir Türk devletinin radikal İslam dalgasını durdurabileceği argümanına ters düşüyordu. Laikliğin kalesi olan Türk ordusu, Kürtlere zarar verdiği sürece, AKP’nin bölgenin en gerici güçlerine yaptığı yardımlara destek verebileceğini gösterdi. İşin ironik ve acı tarafı ise Kürt direnişinin bölgedeki tek güvenilir ilerici güç olmasıydı. Kobani, Gezi’nin başlattığı siyasi kaymayı hızlandırdı. Neticede HDP daha önce AKP’yi desteklemiş olan muhafazakâr Kürtlerin desteğini kazanmayı başardı. Ayrıca parti daha önce Kürt yanlısı partilerin zorluk çektiği sol çevreler de çekiş gücü kazanmaya başladı.
Sonuç tarihiydi. Meclis’e girebilmek için partilerin yüzde 10’luk barajı aşması gerekiyordu. Haziran’da HDP yüzde 13 oy aldı ve böylece kendisi gibi partinin daha önce yapamadığı şekilde barajı aşarak Meclis’te 80 sandalye kazandı. Bunun yanında AKP’nin mecliste çoğunluğu sağlamasını engelleyerek Erdoğan’ın başkanlık hayallerini suya düşürdü, Erdoğan’ın sonbaharda erken seçim çağrısı yapmasına yol açtı.
Bir hafta önce Ankara’da gerçekleşen patlama sonrasında binlerce kişi dayanışma içinde sokağa döküldü, Türkiye muhalif hareketinin devam eden cesaretinin bir göstergesiydi. Devlet ve AKP hükümetini sorumlu tuttukları şiddetin sona ermesi çağrısını tekrar haykırdılar.
Şiddetin bitmesi çağrısı derin radikal anlamlar taşıyor. Sadece AKP’nin devlet terörüne dayanan hegemonyacı projesinin sınırlarını göstermekle kalmıyor, aynı zaman Türkiye’de dökülen kanın esas kaynağı olarak devleti görüyor. Bu yüzden AKP hükümetini düşürmek yeterli olmayacaktır. Son zamanlara kadar solun bir kısmı devleti korunmaya değer ilerici bir başarı olarak görüyordu. Gezi, Kobani ve şimdi Ankara deneyimleriyle sol-Kemalist görüş özellikle yeni nesil eylemciler arasında hiç bu kadar itibarsızlaşmamıştı.

https://www.jacobinmag.com/2015/10/erdogan-justice-and-development-ankara-suruc-isis-hdp/
Çeviri: Anıl Ersoy