Daha çok küçük burjuvaların sahiplendiği iklim krizi sorunu yoksul emekçileri ikna edebilmiş değil.

Batı’da ekolojik mücadeleler
Fotoğraf: FSP

Ezgi Güneytepe

Ekolojik mücadelenin temeli Batı’da 1900´lü yıllara dayanmakta. Önemli tarihsel eşiklerde ekolojik hareketlerin şekillenişini ve kırılma noktalarını Almanya örneğinden yola çıkarak incelemek, bugün açığa çıkan kimi sorunlara ve fikri bulanıklığa yanıtlar üretilmek için son derece önemli.

Almanya’da ilk kurulan çevre örgütü 1899 yılında “Kuşları Koruma Derneği” olarak karşımıza çıkıyor. İlk çevre hareketlerinin çıkış motivasyonu romantizmi, vatanı korumayı, yaşamsal reformu ve antropolojiden doğan tarımsal içerikleri kapsamakta. Nasyonal sosyalizm döneminde ise baskıcı bir nitelikle, milliyetçi “toprak” veya Toprak-Kan-İdeolojisine (Blut-und-Boden-Ideologie) bürünse de, 1970´lerde farklı bir boyut kazandı ve bir küçük burjuva inisiyatifi olarak açığa çıkan ekolojik perspektifin, 68 ruhunun dünyaya yayılması ile sınıfsal bir karakter kazanması kaçınılmaz oldu.
Üreten emeğin sömürülmesine dayanan kapitalizm, meta emek gücünün yeniden üretimini sağlamak adına, sömürünün tahammül edilebilir sınırlarını aşmamaya çalışır. Çünkü her şeyin sonunda kadar kullanımı, sermaye birikimini baltalayacaktır. Bu bağlamda işgücünün yeniden üretimini sağlamak önemi, doğanın sömürüsünü de bir eşiğe kadar sürdürebilir. Sermayenin sınırsız büyüme dürtüsüyle, yeniden üretimin kendi temellerini baltaladığı çelişkisi, devlet politikaları ile biraz daha “ılımlı” kılınmaya çalışıldı. Emekçi mahallelerinde altyapı düzenlemeleri, isçi sağlığı ve güvenliğini sağlamaya yönelik adımlar, ekolojik ve çevresel iyileştirmelerin belirgin sınıfsal yapılarından sayılabilir. Bu türden reformist müdahaleler, beraberinde gelişen toplumsal mücadeleleri kontrol altında tutmanın ve istenilen alana kanalize etmenin bir aracı olarak kullanıldı.

1970’lerde dönemin devrimci potansiyeline de dayanan Federal Çevre Koruma için Vatandaş Girişimleri Birliği (BBU) gibi ekolojik hareketler karşımıza çıkıyor. Talancı sanayi üretimine karşı militan bir karakterde ortaya çıkan hareket, 80’lerin başında toplumsal ilişkileri sorgulamaktan uzaklaşarak, yeni ekolojik modernleşme kavramını benimsemeye, kurumsallaşan ve ekolojik krizin sınıfsal karakterinden uzaklaşman bir hal aldı. Bu süreçte sivil toplum kuruluşu niteliğinde, uzlaşmacı ve bölgesel kalmakla yetinen çeşitli çevre örgütleri türemeye başladı. Örneğin, Rheinland´da kömürle çalışan elektrik santrallarına ve maden ocaklarına karşı olan vatandaşlar, burayla sınırlı kalmayı tercih ettiler ve hareket kapsayıcı bir dinamiğe dönüşemedi. 1986 yaşanan Çernobil felaketinin ardından, nükleer karşıtı hareketler radikal eylemlerini sürdürmeyi tercih edip, protestolarını genişlettiler. Özellikle nükleer atıklara karşı büyüyen Castro eylemleri 1990´larda büyük bir yükseliş yaşadı.

Nükleer karşıtı aktörlerin içinden, sistemi eleştirel bir şekilde ele alan birçok grup ortaya çıktı. Adeta bin bir parçaya bölünen ekolojik hareketin aktif dört ana grupta şekillendiğini söyleyebiliriz: STK’ler, Fridays for Future, Eko-Anarşizm ve Sol-Sosyalist Partiler. Özellikle gençlik grupları içinde iktidarı eleştiren ve radikal tavırlarıyla bilinen eko-anarşist gruplar, proje atölyeleriyle yeni bir akım oluşturdular. Eko-anarşist akımlar, daha iyi bir yaşamın mümkün olabileceğine dair mücadeleyi bireysel ve dar kadro ile yürütmeyi seçen gruplar arasında. Kırsal ve kentsel bölgelerde komün hayatını andıran, daha az tüketim ve kendi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde tarım üretimine giren bu küçük gruplar, kitlesel bir karşılık bulamıyor. Zaten geniş kitleler ile bağ kurmak gibi bir amaçlarının da olmadığını söyleyebiliriz. Eko-anarşist akımların temel ilkesi ise her koşulda her türlü otoriteyi reddetmek. Dolayısıyla, doğa ile insan arasındaki bağlantıyı yeniden kuran, bu bağlantıyı insan doğasının temel yönlerinden biri olarak kabul eden eko-anarşizmin merkezi bir yönüdür.

Batı’da son zamanlarda, Greta Thunberg gibi isimlerin ön plana çıkmasıyla ekolojik hareketlerde de yeni bir dönem başladı. Fridays for Future (FFF) gibi heterojen gençlik oluşumları, iklim krizine dikkat çekmek için dünyanın dört bir yanında eylemler başlattılar. Bu oluşumların antikapitalist ve sınıfsal özellikleri çok zayıf olmakla beraber, net bir ideoloji duruşundan da bahsedemeyiz. Buna rağmen, haklı talepler etrafında şekillenen genç bir kuşağın sokağı hedef alan eylemleri solun ve sosyalistlerin desteğini aldı. Sosyalistlerin, FFF´yi desteklemesi Alman ana akım medyada bir “radikalleşme” olarak değerlendirilse de, FFF bir sivil toplumcu bir ilişkiyi aşamadı.

1992 yılında Birleşmiş Milletler’in çağrısı ile yapılan İklim Konferansı, pragmatist çevre örgütlerinin ortaya çıkmasına ve yaygınlaşmasına vesile olmuştur. Almanya’da ekolojik mücadelede en çok STK’lerin inisiyatif aldığını gözlemleniyor. Düzenledikleri etkinlik ve kampanyalar uzun bir zamandır ilgi uyandırıyor. İşte böyle bir ekoloji mücadelelerinin ortasında kendine yer edinen Alman Yeşiller Partisi, “Ne sağ ne sol, ileri!” sloganı ile kitlesel bir karşılık bulabiliyor. Dünyada rüzgâr nereden eserse, oraya evrilen ekolojik mücadelenin, günümüzde eko-liberalizm olarak karşımıza çıkması hiç de şaşırtıcı değil. Bu eko-liberal akımlar ise “yeşil” dönüşüm kapsamında iklim krizini durdurabileceği iddiasındalar. Aynı zamanda ikna kabiliyetini yitirmiş neoliberalizmin, meşruiyetini tekrar kazanması için de sermaye ve iktidarlara yeni bir fırsat sundular.

Sosyalist parti ve örgütler ise, ekolojik sorunun kapitalizmi aşmayı hedeflemeyen uzlaşmacı bir perspektif ile çözülemeyeceği, zaruri bir sistem değişikliğinin ihtiyacı, bunun ise sınıfsal yapıdan bağımsız olamayacağını görüşünde. Ancak Doğu Almanya deneyimi ve Soğuk Savaş döneminde, anti-komünizm ve anti-sosyalizm propagandasının en yoğun yaşandığı ülkelerden biri olan Almanya´da bu o kadar da kolayca ikna edici bir argüman olamıyor. Sol partilerin kitleler üzerindeki zayıf ideolojik etkisi, eko-liberal akımların ekolojik mücadelede ön planda olmasının nedenlerinden başında yer alıyor.

Batı’da bugün ekolojik mücadelede adeta bir özne kaybı yaşanmakta. Daha çok küçük burjuvaların sahiplendiği iklim krizi sorunu, yoksul emekçileri ikna edebilmiş değil. Kuzey Yarımküre´de ekolojik hareketler heterojen bir yapıyla, bir yükseliş ve iniş, yeni oluşumlar veya ayrılmalar çevresinde gelişirken, Güney Yarımküre ile arasında derin niteliksel farklılıklar mevcut. Özellikle sömürge ülkelerinde madencilik, ormansızlaştırma, tarım alanlarının yok edilmesi gibi, toplumun en yoksul kesimlerinin yakıcı sorunları haline gelen eko-kırım, ekolojik mücadeleyi de tabandan yükseltiyor. Yerli halk kendi yaşam alanına olan bu saldırıyı püskürtmek için, kendi içinde gelişen bir mücadeleye katılıyor. Fakat buralarda da gelişen birçok tepkinin bölgesel ve yerel bir düzeyde kalması ve sürekliliğinin sağlanamaması temel bir sorun olarak açığa çıkıyor.

Batı’da ise ekolojik mücadelelerin niteliksel farklılığından bahsedeceksek, bu mücadelelerin bulundukları ülkelerdeki devlet erkinin hakimiyet ve yönetebilme kabiliyetinden bahsetmek gerekir. Bilhassa sokağa müdahale edebilme, yönlendirebilme ve pasifize edebilme gücüne ve tecrübesine sahip. Dolayısıyla sınıfsal karakteri zayıf, rejimden kopuşu gerçekleştiremeyen, kendi dar alanıyla sınırlı kalma eğiliminde bir tarz egemen oluyor. Sanayileşme döneminde ekolojik talan, en yoğun isçi mahallelerinde gerçekleşirken, toplumsal muhalefetin sınıfsal karakteri kaçınılmazdı. Ancak Batı’da “yeniden üretime” önem veren kapitalizm, kısmen de olsa bu meseleye özel bir önlem almış gibi görünüyor. Her şeye rağmen, “Bütüncül ve evrensel bir ekolojik mücadele nasıl olmalı?” sorusunun yanıtını aramaya devam edecek.