Oysa neler yazacaktım... Duruşmayı, bağlantısında, geçmişten Gezi’ye “Çarşı”yı... Yirmi yıl, Beşiktaş’ta geçen çocukluğumu, gençliğimi... Ailecek tuttuğumuz takım “sarı kanarya”ydı ancak ben bir diğer yanımla “kara kartal”dım; maçlarda  “ya ya ya şa şa şa - si yah be yaz çok yaşa” diye bağırırdım ayaklarda... BJK hemen evimizin yanı başında, Akaretler’de iki katlı bir binaydı... General Sabri Yirmibeşoğlu’nun “Bu da bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı...” demecini verdiği; İstanbul’da yaşayan azınlıklara yönelik, Beyoğlu’nda ne kadar gayrimüslim varsa hepsinin dükkânlarına, evlerine saldırıldığı, yağmalandığı, 15 kişinin öldüğü 6-7 Eylül olaylarını da yaşadım bir bakıma. Annem beni Taksim’e çıkarmıştı. Her şeyin kırıldığı, devrildiği, parçalandığı İstiklal Caddesi’nin o görünümüyle yüz yüze gelince, arka sokaklardan kaçarak Tarlabaşı’na, oradan da Kumbaracı Yokuşu’na ne zorluklarla güç bela inmiştik. Annem, “Tanıdık birilerinin başına bir şeyler gelmiş midir acaba?” düşüncesiyle düşmüştü sanırım yollara da, beni niye almıştı yanına? Nedenini anımsayamıyorum. Daha dokuz yaşındaydım ve gördüklerimden çok etkilenmiş, çok korkmuştum. O günden sonra da ben “Beşiktaş” diyememeye başladım. Ne mi diyordum: “Bekiştaş”  Hani “Maraş” demek istesem de, yerine “Ma-kaş”, “Bayrampaşa” yerine “Ba-ram-pak-şa” gibi... Kimi harflere mi takıntılıydım? Beyoğlu’ndaki izlenimler; o korkunç kareleriyle, ruhsal dengemde sarsıntılara mı yol açmıştı da yer adlarında gösteriyordu kendini?.. Namazında niyazında ninem okuyup üflese de nafileydi. Konuşmamı düzeltmek için beni karşısına alır, aynı adı heceleyerek yinelerdi: “Be-şik-taş”  Ve ben çaresiz hep sonunda yine derdim:“Be-kiş-taş.” Karlı bir kış günü, artık dayanamamış  “Evladım, dilini eşek arısı soksun e mi!” demişti ninem: “Be-şik-taş!.. Bebek misin, nasıl telaffuz öyle: Be-kiş-taş?.. Tövbe tövbe. Bir tuhaflaştın sen vallahi. Bu yaşta kamburun çıktı yahu! Bir de ağlak ağlak haller! Dik dur önce, çeneni kaldır yukarı, hah böyle işte... Toparla artık kendini, şöyle bi cesaret gelsin üstüne... Şimdi git, sobaya kömür getir bir kova...” Aralık ayı mıydı? Sevdiğim söylenemez bu ayı. Anılardır belki içimdeki soğukluğun nedeni; ne var ki dondurucu etkisini 1978’de gösterir aralık ayı esas, 19’undan başlayarak 26’sına kadar süren K.Maraş kıyımında... Resmi verilere göre ölü sayısı 150 kişi olarak belirtilmişse de gerçekte bu sayı 500’e yakın... Sıkıyönetim mahkemelerinde açılan davalar 1991 yılına dek sürmüş, çoğunlukla “aşırı sağ görüşlü” nitelenen toplam 804 kişi hakkında dava açılmış.... Ceza alanların cezaları da 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu nedeniyle ertelenmiş, daha sonra da özgür bırakılmış. Bu kişilerden bazıları milletvekili olarak TBMM çatısı altında yer almışlar... Kıyımda önemli rol oynayan 68 kişiye ise ulaşılamamış... “Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır, cennete gider... Komünistleri bırakmayın, Allah yoluna ‘kesin’, Sütçü İmam aşkına ‘vurun’, bugün cihad günüdür” denerek; insanlar kadın, çocuk, yaşlı, hasta ayrımı yapılmadan öldürülmüş... Ölülerin taşınması, yaralıların hastanelere götürülmesi engellenmiş... Hangi birini anlatacaksın? Sırada 19 Aralık 2000’deki Bayrampaşa Cezaevi kıyımı var... Var da, “Hey nine, rahmetlim,  kızacaksın ama kamburum iyiden iyiye büyüdü yaa, gücüm kuvvetim de kalmadı yazacak; söyle, çekip gitsin aralık ayı yaşamımdan, yeni yıl gelsin artık!” Fısıldıyor kulağıma ninem: “Yeni yıl gelir de, onda da neler olup biter memlekette, ne bileceksin, ne... Sen dik durmana bak, dimdik...”