Yüzyıllar geçti. İnsanlık olunan hakikatin özündeki adaletin izini bırakmadı. Ama aynı topraklarda zaman hiç değişmedi. Hakikat bizimle diyen can sözüne kulak verenler bir avuç kaldı. Yasanın özüne, vicdanının sesine kulak verenler de.

Bedreddin hali, adalet...

Beyhan Güler

604 yıl önce 18 Aralık günü, Serez çarşısında soluksuz ve üryan bir beden bayrağa dönüştü. Tende gizli can ise Hak ile sonsuzluğa.

Simavna'dan Kahire'ye, Tebriz'den Aydın'a, İzmir'den Edirne'ye uzanan zorlu yolculuk aslında iki kaşın ortası ile beyin arasındaki bir karışlık mesafe içindi. Beden, il il gezerken, akıl bilgeliğe, kalp yürekli davranışa, hırslar ölçülülüğe evirildi. Adalet, onları uyanık tutan biricik ışık oldu.

Her adımda biriktirdiklerini görünür kıldı. Kurduğu tek cümle ile hakikatini dillendirdiğinde çoktan ayrık ilan edildi. Hem de çoklukta birliği görürken. Nil'e kitaplarını bıraktığında, “Mutlak varlık, bütün erdemlerle donatılmış bulunması bakımından Tanrı adını alır. Farklılık ancak dolayısıyladır, kavramlardadır. Çokluk hayallerden başka bir şey değildir. Belirdiği yerlerin sayıca çok olması ile Tanrının da çok sayıda olması gerekmez. Her yerde ve her şeyde görünen aslında Bir'dir ve aynı şeydir.” dedi.

Bu kavrayış, -derin iç bilgisi yönü ayrık- farklılığın doğallığını anlattı. En yalın biçimiyle erdem, doğaya uygunluk haliydi. Öyleyse farklılıkların eşitliği, doğasındaki “öz”dendi. Aynı cevheri taşımak, aynı saygıyı hak etmekti. Cisme değil, içe bakmak, zahiri değil bâtını görmek gerekti. Böyle bir eşitlik temelinde varlığı kutsamak ise erdemdi.

Hakikat, eşyanın doğasında olan şeyi yapmayı buyuruyordu. Her varlığın doğası, hakikatin ondaki suretinden başka bir şey değildi. Öğrenilen değil, olunan şeydi hakikat. Ona erişmek, anlamak ile mümkündü. Anlamak yolundaki her adım, aynı zamanda özgürlüğe doğru bir adımdı. Özgürlük, varlıktaki perdeyi araladığında özdeki birlik, eşitlik belirirdi. Öyleyse eylem, ancak bu evrensel ilkeye, eşyanın doğasına uygun olduğunda hakikatin izindeydi.

Bilgi ve sezginin armonisi bilinci yükseltti. Hakikat yolculuğuna sadece eşlik eden adalet, “olunan hakikat” ile gerçek anlamını buldu. Bundan sonra her eylem hakikat buyruğunda gizli adalet üzerineydi.

Aydın, Karaburun, Manisa ve Edirne'de yeşeren model, payına düşene razı olmanın çok ötesinde herkesin payına kavuşmasını hedefledi. Doğa, tüm varlıklarındı. Farklılık, kavramlarda ise üstünlük de yoktu. Hakikati arayan adaletin de, olunan hakikatin özündeki adaletin de böyle bir üstünlüğe ihtiyacı yoktu. Artık hareket, bu anlayışın açtığı yolda atılan adımlardan ibaretti.

Hüküm veren, “yasaları derinliğine kavramalı, yasaların sözüne değil özüne eğilmeli, yöneticilerin etkisi altında kalmamalı, yalnızca yasanın özüne ve vicdanının sesine kulak vermeli, yetkililerin aldıkları kararları yineleme yerine, ortam ve koşulları göz önüne alarak bir karara ulaşmalı” idi. Öğrencileri yolundan yürüdü. Çoğunluk ise iktidarın dilinden konuşmayı tercih etti. Oysa gerçek iktidar, insanlar üzerinde değil, yürekler üzerinde kurulurdu.

Olmadı.

Adını yüzyıllar ötesine ulaştıran mücadele, hakikatin adaletinden bihaber kuvvetçe yargılandı. Beden, son sözlerini Mecnun’a söyledi: “Ağlama Mecnun. Hakikat bizimle. Vasiyetimdir; bedenimi şu Bakırcılar çarşısı yakınında bir yere gömün. Ama beni kara toprakta değil, hakikati anlamış insanların yüreklerinde arayın!” Sonsuzluğa erişen can ise her daim; “Hakikat bizimle” dedi.

Yüzyıllar geçti. İnsanlık olunan hakikatin özündeki adaletin izini bırakmadı. Ama aynı topraklarda zaman hiç değişmedi. Hakikat bizimle diyen can sözüne kulak verenler bir avuç kaldı. Yasanın özüne, vicdanının sesine kulak verenler de.

Hukuk, adalete can vermek içindi. Ama yüreklerde değil, insanlar üzerinde kurulan gücün tutsağı oldu. Ahlakı kaybeden, varlığın perdesini aralamaktan acizdi. Farklılık, kavramlarda iken varlığa evirildi. Biricik olmakla kıymete mazhar insan, adalet sanılanın altında kaldı. Hüküm verenin hedefi hakikatten şaştı. Kurgulananın tasdikinden ibaret bir muhakeme anlayışı, tüm gerçekliği inkâr etti. Varlığın doğasındaki hakikati de. Çokluk, hayallerden başka bir şey değil iken, hukuk, çokluğa varlık verip, adaleti gölge oyununa çevirdi.

Perdede sahnelenen değişmese de ümit baki elbette.

Dede Sultan, darağacında “İriş Bedreddin” dedi. Bedreddin ise “Hakikat bizimle”.

Öyleyse sözümüz, “zaman”dan “hal”e dönmek, ahlakı yeniden keşfetmek, anlamak yolundaki özgürlüğü, varoluşta gizli eşitliği bilerek “yasanın özüne ve vicdanın sesine kulak vermek”, yegâne kaygısı, hakikate ev sahipliği yapan varlıkları kucaklayarak, adaleti arayan bir hukuk yaratabilmek üzerine olsun.

604 yıl sonra...