AKP REJİMİ, 7 HAZİRAN SEÇİMLERİNİ SÖZ KONUSU AŞMAK İÇİN FIRSAT OLARAK GÖRÜYORDU

Bekleme odasındaki rejim, buzdolabındaki süreç

FATİH YAŞLI - @fatih_yasli

AKP ile CHP’nin birbirlerini keşfettikleri, yani “istikşafi” yaptıkları koalisyon görüşmeleri adlı “reklam arası”nın ardından yine asıl gündemimize ve gerçekliğimize dönmüş bulunuyoruz: Türkiye’de rejimin değişmiş olduğu gerçeğine! Gerçeğe dönüşümüzün “kahraman”ının Erdoğan olması ise hiç şaşırtıcı değil, rejim değişikliğinin merkezinde bizzat kendisi bulunuyor çünkü.
Erdoğan Cuma günü Rize’de “reklam arası”nı şu sözlerle bitirdi:

'Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. (…) Türkiye'nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesidir".

Hafızasız bir toplum olduğumuz için, bu cümlelere sanki ilk kez sarf ediliyormuş gibi bir tepki gösterilse de, aslında Erdoğan seçimden önce de bu cümleleri neredeyse birebir şekilde kurmuş ve durumu gayet veciz bir şekilde özetlemişti. Erdoğan’a göre, 10 Ağustos 2014 itibariyle, yani “Cumhurbaşkanının ilk kez halk tarafından seçilmesi”yle birlikte, parlamenter rejim “bekleme odası”na alınmış durumdaydı. Bir süre daha o odada kalacak, seçimden çıkacak sonuçla birlikte yapılacak anayasa değişikliğiyle başkanlık sistemine geçilerek tarihe gömülecekti.

Bizim açımızdan ortaya çıkan tablo ise şöyleydi: Parlamenter rejim fiilen ve üstelik ilk kez “sivil irade” eliyle askıya alınmış, yerine yenisi konulamadığı için de ülke yine ilk kez “sivil irade” aracılığıyla “ara rejim”e götürülmüştü. Bu ise AKP rejiminin çıkmazıydı; çünkü rejim inşası sürecinde, devlet aygıtının ve kurumların, yani “normatif devletin” AKP’nin “imtiyaz devleti” lehine ele geçirilmesi süreci büyük ölçüde tamamlanmış, ancak bunun “başkanlık” adı altında anayasal bir statüye kavuşturulması henüz başarılamamıştı, bu ise rejim açısından bir krize tekabül ediyordu.

400 VEKİLİ VERİN...

AKP rejimi, 7 Haziran seçimlerini söz konusu krizini aşmak için bir fırsat olarak görüyordu; seçimden anayasayı değiştirecek ya da en azından referanduma götürecek sayıda vekille çıkılacak, böylelikle başkanlık sistemine geçilebilecekti. İşte Erdoğan “400 vekil verin bu iş huzur içinde çözülsün” derken tam da bu krizin çözüm biçiminin nasıl olacağına işaret ediyordu; rejim bu krizini çözmeye mecburdu ama mesele, krizin “rıza” ile mi yoksa “zor” aracılığıyla mı çözüleceğiydi.

Seçim süreci boyunca, Kürtlere yönelik “zor” devreye sokulurken, bu “zor” üzerinden ülkenin geriye kalanı, özellikle sağ seçmenin “rıza”sı alınmaya çalışıldı. “Kürt sorunu bitmiştir”le başlayan, miting meydanlarında Kürtçe Kuran sallanmasıyla devam eden süreç, Ağrı’da olduğu gibi provokasyon girişimleriyle ve sonrasında Mersin, Adana ve Diyarbakır bombalamalarıyla derinleştirildi. Ülke Kürt sorunu üzerinden kutuplaştırılarak ve toplumda bir “güvenlik kaygısı” yaratılarak seçime götürülecek, böylelikle de AKP rejimi, krizini çözebilecek vekil sayısına ulaşabilecekti.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, HDP’nin “seni başkan yaptırmayacağız” sözü, HDP’yi de aşacak bir şekilde, geniş toplum kesimlerinin ortak sloganı haline geldi ve bırakın başkanlığı, sandıktan AKP’nin tek başına hükümet kurmasını sağlayacak bir sonuç dahi çıkmadı. Bu ise AKP rejiminin krizinin katmerlenmesi anlamına geliyordu; çünkü başkanlık aracılığıyla parti-devleti rejimi inşasını taçlandırmak isteyen AKP, seçim sonuçlarıyla birlikte tam aksi bir sonuçla, tek başına hükümet kuramamak gibi bir sonuçla karşı karşıya kalmıştı ve parti-devleti rejimlerinde koalisyon hükümetleri olmazdı.

Tam da bu nedenle rejim, onca koalisyon tantanası yapsa da aslında 7 Haziran seçimlerini fiilen “geçersiz” saymış, seçimi “iptal” etmişti. Çünkü bir put misali gece gündüz tapınılan “milli irade” ne başkanlığa ne de tek başına hükümet kurmaya cevaz vermişti. İşte 7 Haziran seçim sonuçları fiilen geçersiz sayılınca, doğal olarak yeni bir seçim sathı mailine girildi, daha doğrusu hep orada olunduğu açığa çıktı ve “milli irade” Erdoğan’ın “fiili durum” dediği duruma hukuki bir statü kazandırana, yani anayasal olarak başkanlık sistemine geçilene dek, ülke “süreklileşmiş bir seçim atmosferi”ne sokuldu.
Erdoğan, parlamenter rejim için “bekleme odası”nda derken, geçtiğimiz günlerde çözüm süreci için de benzer bir tabir kullanıp “bundan sonra çözüm süreci buzdolabındadır” dedi ve aslında bu iki açıklama arasında “dolap”tan çok daha fazla ortak nokta vardı. Çünkü çözüm sürecinin askıya alınması, başta Yalçın Akdoğan, AKP yöneticilerinin defalarca itiraf ettikleri üzere, HDP’nin “seni başkan yaptırmayacağız” açıklamasıyla doğrudan ilgiliydi. Erdoğan da geçtiğimiz günlerde “seni başkan yaptırmayacağız demeleri 2023 vizyonumuzu engellemek içindi” diyerek, “devlet adına” dedikleri çözüm sürecini aslında kendi ikballeri adına yürüttüklerini ve askıya alınmasının gerisinde de bunun bulunduğunu kabul etmiş oldu.

Dolayısıyla şu an yaşadığımız ve “bir başkanlık uğruna ya rab” diye adlandırabileceğimiz bu süreci, 7 Haziran öncesinde devreye sokulan zor ve şiddetin yoğunlaştırılmış bir şekilde devam ettirilmesi olarak okumak mümkün. Seçim sonuçlarını fiilen geçersiz sayan parti-devleti, “İncirlik Mutabakatı”yla birlikte içeride ve dışarıda bir savaş konseptini devreye soktu ve erken seçime bu konseptle gitmeye karar verdi.

Rejim, başlangıcını Suruç’ta 33 sosyalist gencin katledilmesinin sembolize ettiği “İncirlik Mutabakatı”ı sürecinde, tek taşla birden fazla kuşu vurmayı hedefliyordu aslında. Bir yandan, “IŞİD karşıtı koalisyon”a dâhil olarak uzunca bir süredir emperyalizm tarafından kendisine çizilen kırmızıçizgileri esneterek yürüttüğü dış politikayı yeniden ABD/NATO eksenine, yani “fabrika ayarları”na döndürüyor, öte yandan içeride ve dışarıda Kürt sorununa savaş konseptiyle müdahil olma fırsatını yakalıyordu.

İçeride HDP’yi ve Demirtaş’ı da hedef tahtasına oturtacak şekilde, Kürt siyasi hareketine yönelik operasyonlara girişilirken, dışarıda ise Rojava’da birleşik bir Kürt coğrafyasının ortaya çıkışını engellemek adına, Kobane’yle Afrin kantonları arasındaki Cerablus bölgesine “IŞİD’den arındırılmış bölge” adı altında bir tampon bölge kurma planı devreye sokuldu. Böylelikle Tel Abyad’ın YPG-ABD ittifakıyla alınmasının ardından ortaya çıkan durumun da önüne geçilebilecek ve “devlet aklı” ABD’ye “asıl müttefik”inin 1 milyon kişilik NATO ordusuyla birlikte burada hazır ve nazır bir şekilde beklediğini hatırlatacaktı. O halde şöyle söylemek mümkün görünüyor: “İncirlik Mutabakatı”yla, yani emperyalizmin İncirlik Üssü ve dahası karşılığında Erdoğan ve AKP’nin siyasi ömrünü uzatmayı tercih ettiği ve hem içeride hem de dışarıda izleyeceği savaş konseptine cevaz verdiği bir konjonktürde, yeniden seçim sürecine girmiş bulunuyoruz. Rejimin, sandıktan kendi krizini çözmek için gereken vekil sayısıyla çıkmak için neleri göze alabileceğini şu son 3-4 haftada gördüğümüze göre, bundan sonra “şiddet iklimi”nin çok daha sertleşeceğini ve siyasetin zeminini büyük ölçüde şiddetin belirleyeceğini söylememiz kehanette bulunmak anlamına gelmiyor.

Böylesi bir şiddet ikliminin toplumsal muhalefeti de nasıl bir cendereye alacağını hiç unutmadan, birleşik bir halk muhalefetinin nasıl inşa edilebileceği ve bir “eşitlik, özgürlük, kardeşlik cephesi”nin nasıl kurulacağı üzerine düşünerek işe koyulmak ise acil ve öncelikli görevimizi oluşturuyor.