Sokakta, vapurda, kıraathanede, pastanede, işyerinde, kampta, asansörün içinde ‘nerelisin’ diye soran meraklılara, Bu mektubu...

Sokakta, vapurda, kıraathanede, pastanede, işyerinde, kampta, asansörün içinde ‘nerelisin’ diye soran meraklılara,
Bu mektubu yazmaya sevk eden, bitmek bilmeyen ‘nerelisin’ sorusudur. Benim hiç köyüm olmadı. İlkokulda ve ortaokulda çektiğim sıkıntıyı anlatamam. Yeni seneye geçişlerde öğretmen ‘yaz tatilinizde ne yaptınız, hadi yazın bakalım’ dediğinde, etrafımdaki arkadaşlarımın neredeyse tamamı döküyordu kelimeleri deftere. İşte ne bileyim yaz tatilinde fındık toplamak için Trabzon’a gidenler, Çorum’daki büyükannesinin yanına gidenler, Ege’ye doğru inenler soluksuz yazarlarken ödevi, ben her yaz tatili mahallede sıkıntıdan patladığım günleri yazıyordum. Yazlığımız da yoktu. Kimileri de ‘önce bilmem ner’deki yazlığa gittik, or’dan memleketimiz şuraya gittik, sonra da arabayla şuraya buraya uğradık ve İstanbul’a geri döndük’ diye anlattıklarında hep içim giderdi. O zamanlarda ukde kalmış demek ki bu durumlar. Sanırım sırf bu sıkılmalardan dolayıdır ki ‘memleketin nere?’ sorularına gönlüm o an nerede olmak istiyorsa orayı söylüyorum nicedir.
Geçen gece oldukça geç yatmama rağmen saat sabahın 7’sine varmadan bir çırpıda uyandım. ‘Yağmurun sesiyle, yağmurun sesine’ kulak kestim. Önce yatağımda uzanıp dinledim, sonra sanki penceremden dışarı baktığımda Gevaş’ı görecekmişim hissine kapılarak dışarıya baktım. Nafile tabii, ne Gevaş’ı! O an birisi gelip de ‘nerelisin?’ dese, ‘Gevaşlıyım’ derdim elbette.
İçimdeki bir diğer bir ukde de Kazım’ın memleketi Hopa’yı görmekti. Vosvosumla ve birkaç arkadaşımla geçen yıl tüm arızalara, kazalara, aksiliklere rağmen yılmadan ve inatla Hopa’ya kadar gittik. Şimdi her denize girişimde, her bir azgın dalga görüşümde Hopa gelir aklıma ve ben ‘Hopalıyım’ derim rüzgâra.
Geçen hafta bizim gazetenin arka sayfasına, sağolsun Semin müthiş bir söz koymuştu Bertolt Brecht’ten: ‘Her insan kendi adasında yaşar.” Çok etkileyici ve çift anlam içeriyor aslında benim gibi bir ada müptelası için. Yani her insanın kendi içinde oluşturduğu bir adası vardır ve bu sınırlarını da kendisi belirler diyordu söz. Dostlarını belli yere koyar, yaşamını bir biçimde zenginleştirir. Söz, bir de fiziki bir adadan bahsediyor elbette. Benim ‘ada’m ise Bozcaada. Bir gün mutlaka ömrümü geçirmeye gideceğim yerdir burası.
 İnsanların koşa koşa gittiği o temmuz, ağustos aylarında değil, her mevsim sevdim ‘ada’yı ben. Nisanda da, ekimde de, yağmurda da, fırtınada da… Çünkü biliyordum ki fırtınasında bile hep göğsüne yatırır bizleri şefkatle, Bozcaada bu, benzer mi başka bir şeye? İşte karnıma ağrılar düşürten bir hasret anında yanıma yanaşıp soran yaşlı amcaya ‘Bozcaadalıyım’ demişliğim de vardır hani bir zamanlar.
Üç kuşaktır buralarda bizimkiler. Ama anne tarafım Arhavili olduğundan her damarıma basıldığında tutar o Karadeniz inadım, ‘Arhaviliyim daa’ der dururum etrafıma. ‘Sende göçmen tipi var’ diyenlere de babamın dedelerinin yüzyıl önce göçtüğü Selanik’i hatırlar ‘evet evet Selanikliyim’ der geçiştiririm.
İnsanların bu tip sorular sorarak karşısındaki insanları sınıflara ayırmasına da anlam veremedim hiç. Topraktan insana geçen huy üzerine geleneksel öğretilerimiz sanki. Oysa ki birçok insanın gözümüzün içine bakarak, kalben böyle düşünmese de, sadece dilindeki ‘Türk’ü, Kürt’ü, Çerkes’i, Laz’ı hepimiz biriz’ tümcesinin ne de boşaltmışız içini… Üstüne bastığımız toprak üzerinden yapılan ‘nerelisin’ yoklamasının, altında durduğumuz gökyüzü üzerinden yapılması daha güzel olmaz mıydı?