Ortaçağ’da İbn Kıfti Useybia adında ilginç bir adam yaşarmış. Fizikten astronomiye, teolojiden astrolojiye maddi ve manevi âlemlere hâkim, üstün yetenekli bir âlim olarak tanınırmış. Onun ününü duyan bir hükümdar, sarayındaki hiçbir tabibin çare bulamadığı, sağ yanağını kaplayan şarkçıbanını sağaltması için İbn Kıfti Useybia’yı ülkesine çağırtmış. Âlim, bir yıllık yoldan ayağına gelen ulaklara hükümdarlarının nasıl bir adam olduğunu sormuş ilkin. Erdemli mi, ahlaklı mı, zindanları dolu mu, işkencehaneleri kalabalık mı, yasaları adil mi ve bunun gibi ardı arkası kesilmeyen sorular... İbn Kıfti Useybia ilkeli, yüce amaçları olan birisiymiş; zalim bir kralı sağaltmak, Yunanca aslından okuduğu Galenos’un, ‘Erdemli Tabip Bir Filizof Olmak Zorundadır’ kitabındaki yasalara aykırıymış çünkü.

Ulaklar geceler boyu hükümdarlarının güzel niteliklerini anlatıp sonunda onu ikna etmişler. Zorlu bir yolculuk sonunda hükümdarın yanına varan İbn Kıfti Useybia, şarkçıbanını bitkisel bir tozla bir ay içinde sağaltmış. Ne ki, hükümdarın sağ yanağında derin bir çukur kalmış. Hükümdar ondan bu izi de silmesini istemiş. İbn Kıfti Useybia, hayatın bıraktığı, görünen ve görünmeyen izleri silmeye gücünün yetmeyeceğini söylemiş. Ona göre iz, hükümdarın kendi gövdesinden geçirdiği zamanın mutlaklığını kanıtlayan bir armağanmış. Hükümdar âlimin sayesinde sağ yanağındaki çirkinliği benimsemiş ve ona binlerce kitabın bulunduğu özel kütüphanesini açmış. Gençliğinden olgun yaşına değin, hocalarından öğrendiği her türlü bilgiyi alabildiğine yavaş bir seyirde hazmetme terbiyesiyle yetişmiş biri olan İbn Kıfti Useybia, yılanvari koridorlar boyu uzayan raflardaki parşömenleri, elyazmalarını, en şöhretli hattatların elinden çıkma kutsal metinleri, animist buyrukları, Yunan filozoflarının ürettiği felsefi yazıları, İbn Sina’nın yarım bıraktığı dünya tarihinin ilk iki romanını, gnostiklerin gizli yazışmalarını, seyahatnameleri ve daha binlerce el değmemiş kitabı bir arada görünce, ağırbaşlı ve uysal görünümünü terk edip çıldırasıya bir öğrenme şehvetine kapılmış. Dünya zamanıyla yirmi, kendi zamanıyla yedi yıl, kütüphaneden dışarı adım atmaksızın bütün varlığını kitaplara adamış. Yirmi yılın sonunda, kütüphanedeki son kitabı okuyup bitirdikten birkaç saat sonra, kütüphaneyi ateşe vermiş. Yangının içinden yaşlı bir adam olarak çıktığında, ona bunu neden yaptığını sormuşlar. “Tek bir kitap” diye haykırmaktaymış. “İzin verin tek bir kitapta evreni açıklayayım!”

Sema Kaygusuz ‘Yere Düşen Dualar’ adlı romanın ‘merhamet’ bölümünde İbn Kıfti Useybia adlı bir bilim insanını anlatmış ve tekliğe kavuşma arzusunun insanı ele geçirişine dem vurmuş: “Acaba kimin bu cinnet?”

Tarih değil, hatalar tekerrür eder diye bir söz vardır ya, tarih tek hakikati dayatan sistemlerle ve tek olma arzusuyla faşizmi yaratanlarla dolu. Ben olmak başka bir şeydir, tek olmak başka. Nasıl bir hipnozdur bu? Güç ve kontrol gereksinimi, kendi hakikatini dayatma, özellikle bilgi toplayarak ya da başkalarını gözetleyerek gücü elinde bulundurmak güdüsü... Faşizm her yere hâkim hale geldi, milyonlarca insanı memleketini terketmek zorunda bıraktırdı, göçmenler... karaya vurmuş hayatlar, savaşın yükünü omuzlarında taşıyan analar, küçük bedenler… Kimin bu cinnet?

‘Ben’ olmak ise; oluş tabiriyle ilgili biraz. Sanatla uğraşmak, okumak, yazmak, etkileşim, iletişim hepsi oluşa katkı sunan unsurlar. Ancak o kadar da kolay değil, çünkü algılananın tam tersi ‘ben’ kapalı bir çember değil. Deleuze için ‘oluşmak’ denilen şey, özdeşleşmek veya taklit yoluyla bir biçime erişmekten ziyade, birinin diğerinden ayırt edilemediği bir yakınlık bölgesinde bulunma hali.

Merleau Ponty varoluşu tanımlarken; “İnsan herşeyden önce, dünyayı kendi gözlerinde gören bir varlıktır,” der: “Ben mutlak kaynak’ım.”

İnsan çevresinden giderek kurmaz kendini, ama çevresine yönelir. “İnsan dünyadadır ve kendini dünyada tanır.”
“Başkasıyla olan ilişkim, kolay bir ilişki olmasa da, olanaksız bir ilişki değildir. Ben bir dünyada yaşıyorum. Bu dünya herhangi bir dünya değildir, bir doğal dünya olmaktan çok ötededir, çünkü ben bir ‘kültür’ ortamında doğmuşum, yöremde yalnız ağaçlar ve sular değil, aynı zamanda bir uygarlığı ortaya koyan nesneler bulmuşum.”

“Başkası cehennem değildir benim için, tam tersine büyük bir ilişki olanağıdır, büyük bir ilişki alanıdır. Başkasının bedeni, çünkü, bir nesne değildir benim için, benim bedenim de başkası için nesne değildir.”

“Başkası ikinci bir ben’dir, çünkü, onun bedeni benimkiyle aynı yapıdadır.” (Kaynak; Afşar Timuçin, Varoluşçu Filozoflar yazısından)