Steinbeck’in ölümünün ellinci yılı anısına, Sevim Gündüz’ün çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından yayımlanacak Mektuplarda Bir Yaşam başlıklı seçkiden tadımlık bir bölüme yer veriyoruz.

Beni sonsuza dek yaşamaya zorluyorlar

"Pascal Covici’ye

28 Haziran 1961, Sag Harbor

Sevgili Pat,

Eleştirilerin neden olduğu sarsıntıyı atlattım. Her kitaptan sonra bunu atlatırım, biliyorsun. Dansın çok yorucu bir bölümü bu, hiç mi hiç değişmez. Middle Western yazarlarından biri Kaygılarımızın Kışı için şöyle diyor. “Bu kitabın bir sanat yapıtı olmadığını kanıtlamak için ileri sürdüğünüz nedenler, gelecekte onun kusursuzluğunun kanıtı olacaktır.” Hiç değilse eski eleştirileri okuyan ya da anımsayan biri çıktı.

İki gece önce, sana anlatmak istediğim bir şey oldu. Bildiğin gibi yolculukları yazarken akıcı bir dil bulmakta güçlük çekiyorum. Her gün çalıştım ama hiçbir yere varamadım. Benim için yeni bir deneyim değildir bu. Geceleri çok acı çekiyorum. Yatağa uzanıp, karanlıkta bu güçlüğü nasıl aşacağımı düşünüyorum. Sonra başka güçlükler beliriyor. John, Thom, Waverly ve Elaine. Elaine’in annesi, halası ile ilgili sorunlar. Hepsi çözümsüz gibi görünen sorunlar ama karanlıkta daha da büyüyorlar. Beynim karıncalanmaya başlayana dek sürüyor bu. Bütün sağduyum yok oluyor. O gece uyuyamayacağımı biliyorum artık. Sıkıntının sessiz bir balesi gibi bir şey.

İki gece önce bu anlattığım aşamalardan geçtim. Gün doğmadan az önceye dek sürdü bu. Derken bir ses duydum. Daha önce de sesler duymuştum. Tiz bir ses beni çağırıyordu. Bunlar benim için olağandı. Ama bu kez duyduğum ses öncekilere benzemiyordu. Sesin tınısını bile duyabiliyordum. Yüksek değildi. Yumuşak, nazik, bir yandan da ağır, egemen bir sesti. Sözcükleri çok iyi anımsıyorum. “Ne önemi var ki?” diyordu. “Yeterince çalıştın. Yirmi altı kitap yazdın. Kim bilir kaç tane de öykü ve denemen var. Bu savaş neye ve kime karşı? Dünya senin değil ki!” Tam tamına böyleydi. Şimdi bunları anlayabiliyorum. Kaynağını ve nedenini de anlayabiliyorum ama daha sonra başıma gelenler, şimdiye dek olanların en ilginciydi.

Ses sustuğu zaman içim tatlı, yumuşak bir duyguyla doldu. Büyük bir huzur sardı her yanımı. Daha önce hiç böylesi bir iyilikle dolmamıştım. Bedenimdeki her kasın gevşediğini hissettim. Öylesine iyiydim ki uykuya daldım. Çalar saatim beni, çalıştığım zamanlardaki gibi 6.30’da uyandırdı. Sözcükler hâlâ kulaklarımda, zihnimdeydi. Zili susturup iki saat daha uyudum. Uyandığımda hiç olmadığım gibi canlıydım. Çalışma odama girdiğim zaman çalışıp çalışmamak umurumda değildi. Bütün gün ve dün akşam çok iyiydim. Bugün de öyleyim. Bu sözler doğru. Bu sözlerin yorulmuş ve yıpranmış zihnimden geldiğine kuşkum yok. Bunlar bir uyarı. Çünkü, biliyorsun, hiçbir zaman kendime rahatlamak için fırsat tanımadım. Ortaya iş çıkmadığı zaman daha büyük bir çabayla sayfanın üstüne eğilmişimdir. Çok doğru. Niçin ya da neye karşı böylesine çok çalışıyorum?

Dünyaya sahip değilim, fakat sonunda onun bana sahip olmasına izin verdim. İçimdeki huzur varlığını sürdürüyor. “Evet, orada boş bir kâğıt var ama ben onu doldurmak zorunda değilim...” Çok rahatlatıcı bir düşünce bu. Boş bir kâğıt çok güzeldir gerçekte. Oysa şimdiye dek hep gerginlik içinde çalıştım. Sanki kırbaç altındaymışım gibi. Şu anlama gelir bütün bunlar: Bir atı kırbaçladığın zaman bütün gücüyle öne atılır. İlerlemek için değil, kamçıdan kurtulmak için. Ben tek değil, birçok kamçı yedim. Önce görev kırbacını -bu bir kırbaçtan ziyade sopa ya da üvendireydi- sonra da yetersizliğin kırbacını yedim. Büyük bir yeteneğim olmadığına inanmışımdır hep. Sınırlarımı aşabilmek için sürekli olarak kamçıya gerek duydum. Üçüncü olarak da övgülerin kamçıları geldi. Bu sonuncusu ucu düğümlü ve çok can acıtan bir kamçı. Bu kamçı bana, çevremde benden hep yapabileceğimden çoğunu bekleyen, beni hep daha iyi yazmaya iten insanların dilekleri, istekleri ve belki de gereksinimleri doğrultusunda vurulmuştur. Tek bir tutkunun kırbacının acısını çekmemişimdir. Bende tutku olduğunu sanmıyorum. Böbürlenme evet, fakat tutku hayır.

Uzun ve yorucu bir deneme oldu bu, değil mi? Öyledir belki, ama yolumun üstündesin, bense çılgın bir sürücüyüm. Seçeneğin yok. O nedenle düşüncelerimi yazmayı sürdürüyorum.

Bu işi bıraktığımdan beri -çok uzun bir zaman geçmedi- bir şeylerden kaçmak yerine bir yere varmaya çalışsaydım çok iyi olurdu. Bir eşeğin sırtına inen kamçı olmaktansa tüneği üstünde duran bir papağan olmak daha iyi. Belki papağan kamçıdan daha değerli değildir ama hiç değilse daha güzeldir.

Öyle sanıyorum ki ben motorumu çokça yordum. Belki de duyduğum ses bana bunu anlatmak istiyordu. Son savaşta çıkarma gemileri bir dolu korkmuş, şaşkın askeri kıyılara bırakırken çavuşlarla subaylar askerlere, “İlerleyin, ölümsüzlük ve ün için savaşın” demiyorlardı. Onun yerine, “Dalgaları göğüsleyin. Sonsuza dek yaşamak mı istiyorsunuz?” diyorlardı.

Bana öyle geliyor ki eleştirmenler yetersizliklerimi ileri sürerek bana böylesine saldırmakla, beni sonsuza dek yaşamaya zorluyorlar. Bense bunu istemiyorum. İki gece önce duyduğum sesin söyledikleri daha geçerli bir eleştiriydi.

Bunları yazarken umarım bir daha boş kâğıda dokunmayacağım sanısını uyandırmamışımdır. Şimdiki rahatlığımın sürüp gideceğini, ardından gönül rahatlığının da geleceğini anlatmak istedim. Edebiyat toplantılarını gerçekten de sevmiyorum. Çizgilerinden şaşıyorlar. Bana neyi anımsatıyorlar biliyor musun, Yankee Stadyumu’nda bir basketbol maçını. Eksiksiz, güzel bir maç olduğunu varsayalım. Son vuruştan sonra izleyiciler sahaya doluşur ve o güzelim saha anlamsız bir karınca yuvasına dönüşür. Bir edebiyat toplantısı da benim için tıpkı böyle. Bu mektup da tıpkı bir karınca yuvası gibi."