Arabayı durdurdum. “Geldik,” dedim, “hadi uyan güzelim…” Pembe çiçekli, beyaz elbisesi karnına kadar toplanmış, kırışmıştı. Üstünü düzeltti. Kısa ağaçların arasına doğru yürümeye başladık

Beni vuran avcıyı yetiştirdim

SİNEM SAL - @sinemsal

“Geldik mi?” dedi yarı baygın bakışlarını bana çevirerek. Yol bomboştu. Ona doğru döndüm. Terlediği için yüzüne ve alnına yapışmıştı saçları. Öylece bakıyordu. Masallar, insanlara hiç iyi davranmıyor diye geçirdim içimden. Hayatta artık bildiğim bir şey vardıysa tam da buydu. “Yok,” dedim “daha değil. Var biraz. Sen uyu…” Bembeyaz yüzünün aksine kahverengi ve mor bir halkayı andıran göz kapaklarıyla soluk yeşil gözlerini yeniden örttü.

Ağaçlar giderek sıklaşıyordu. Önümde uzanan yola dair tek bilgim vardı, o da önümde bir yol uzandığıydı. Ayla, uykusunda dişlerini gıcırdatır. Çocukluğundan beri bu hiç değişmedi. Aramızdaki iki yıl, üç ay ve on günlük fark benim onun dişlerini gıcırdatmasına tahammül etmeme ve annemiz öldüğü zaman saçlarını tutup göğsüme yaslamama sebep olmuştu. Abla olmanın hüznünü onun suratına baktığımda kasıklarımda hissediyordum. Sıra çarpmış gibi acıyordu kasıklarım. Hem güzel yüzünün tam ortasına vurmak istiyordum can acımdan hem de “tamam tamam,” diyordum “bir şey yok,”

Ayla sabah beni arayıp kendisinin bu dünyada güvenebileceği tek insan kaldığını, onun da ben olduğunu söyledi. Başka hiç kimsesi yoktu. “Bana yardım etmelisin. Nasıl ölmem gerektiğine karar veremiyorum. Canımın acımasından ya da işlemin hata verip yarıda kesilmesinden korkuyorum,” dedi. Ayla’ydı. Saçmalamak en büyük meziyetiydi. Annemin rahminden çıkarken kafasını çarptığını, bu darbe yüzünden de hayat boyunca yıldızlar gördüğünü düşünürdüm. Ayla’nın tek derdi vardı, o da kafasının etrafında uçuşup duran yıldızlardan birinin kuyruğuna takılıp bu dünyadan uzaklaşmak. Zordu.

Hayat, ona istemediği kadar lütuf sunardı. Sevgi dolu bir eş, iki zeki çocuk… Ayla hiçbir şey istemezdi. Kariyer basamaklarını tırmanmazdı bile. Biri onu sırtında taşır, basamakların en tepesine getirirdi. Yine de bu dünyadan ayrılmaya karar verdiğinde, ona bu yolculuğunda eşlik edecek başka hiç kimsesi yoktu. Telefonu kapattıktan sonra mutfakta bir sigara yakmıştım ve sevdiklerimizi uğurladığımız gibi ağırlamayı da bilmemiz gerektiğine karar vermiştim.

Birkaç saat sonra kendimizi arabada bulmuştuk. Bolu’ya doğru gidiyorduk. Çocukken topladığımız dağ çileklerini görecektik. İnsanın kendi ölümüne hazırlanması, acıklı değildir. En son duyacağa sese, en son tadacağı şeye karar verebilir. Kirpiklerini birleştirirken, zihnine alacağı görüntüyü bile seçebilir.

Onu anlıyordum. Annemizin dönmesi için çok beklemişti. Çünkü annemiz öldüğünde bedeni henüz soğumamışken, Ayla’nın yanında yatıyordu. Küçücük ayaklarını annemizin dizlerinin arasında ısıtmaya çalışıyordu hâlâ. Hâlâ ılıktı bedeni. Ruhu çok fazla uzaklaşmış olamazdı. İşte Ayla, kafasındaki yıldızların bir kısmını o gece düşürdü. Ayaklarının tam dibine, yıldızlar düşen insanlar, onlara basmamak için hiç kıpırdamak istemezler. Bunu ben de Ayla da çok iyi biliyorduk. Fakat artık istediği tek şey vardı. Çemberin dışına çıkmak. Çemberi terk etmek. Çemberin için kocaman dil çıkarak bir surat çizmek. Hayattan anladığımız buydu. Başka bir şey değil.

Arabayı durdurdum. “Geldik,” dedim, “hadi uyan güzelim…”

Pembe çiçekli, beyaz elbisesi karnına kadar toplanmış, kırışmıştı. Üstünü düzeltti. Kısa ağaçların arasına doğru yürümeye başladık. Ayaklarımızın yere değerken çıkardığı sesten ne istediğimizi tahmin etmeye çalışıyorduk. Belki ikimizden biri vazgeçerdi. Kim bilirdi?

Yeşil yaprakların ve ince dalların arasına kurumuş ellerini götürürken “Yanında mı?” diye sordu. Yanımdaydı. Daha önce hiç kimseyi vurmamıştım. Kardeşim, kendisini yere indirecekti. Bu ölümü, bizim nasıl gördüğümüzle sınırlanacaktı. Sonrasını bilmiyorum. Öncesini de Ayla’nın istemediğini biliyorum. Sanırım bu da onun intihar teklifini kabul etmem için yeterli.

Kırmızı dağ çileklerini üstündeki elbiseye silip yiyordu. Her seferinde elbisesinin eteğiyle ince ince temizliyordu dağ çileğini. Alışkanlıklarınız sizi hiçbir zaman terk etmek istemez. Kırmızı dağ çileklerinin okusu bana kadar gelmişti. Ferahtı. “Neden peki? Niye ölmek istiyorsun?” dedim. “Çünkü yoruldum. Dinlenmek istiyorum,” dedi.

Ayla, kendisinden bir avcı yetiştirmişti. Şimdi de kendisini vuracaktı. Dağ çileklerini çok severdik. Çocuktuk. İnsanın çocukluğu onu yaşatan bir kaynaktı. Öldüren de aynı zamanda. Soluk yeşil gözlerini bana dikti. Tabancayı istedi. Uzattım. “Bu koku…” dedim “neler hatırlatıyor insana.” Gülümsedi. Soluk yeşil gözlerinde cılız bir balık battı sanki. Evet, cılız bir balık battı. Tabancayı yukarı doğru kaldırdı. Mutsuzdu. Belliydi. “Kendimi değil ama aklımı alan yıldızları yerinden oynatacağım,” dedi. Bulutları delmek istercesine ateş etti. Hiçbir şeyi özlemek istemiyordu.
Koku, hapsolduğu yerden çıktığında, insan kalbine hükmedebiliyordu. Tabancayı yanına bıraktı. “Hadi,” dedi “eve gidip reçel yapalım.”