Küçüktüm onlar idam edildiğinde. Deniz Gezmiş adı bende ‘denizler gezmiş’ efsanevi bir varlık gibi yerleşmişti. Sonra devrimcileri okuyarak büyüyecektim.

Benim Denizlerim

AYDIN AFACAN

Denize bakmak, uzaklara bakmaktır. Neden böyledir? Çünkü ‘denizaşırı’dır hayaller; ütopyalar da öyle, rüyalar da. Bakmanın dalgın hali, bir şeyler kursa da kurmasa da ‘uzaklarda’ olur insan. Bir şey daha: Uzaklar içimizdedir zaten! Belki de bir kapıdır deniz, insanın içindeki uzaklara açılan. Hem içeriye hem dışarıya açılan bir kapı… Çılgın bir sevgili gibidir; aşkına, çağrısına karşı konulamaz ama dalgalarına, sürprizlerine de ‘açık’ durumdadır âşığı… “Lacivert bir metindir deniz”! Evet, kitaplar gibi okunabilir denizler; bu okumaya sayısız metin eşlik edebilir. Tabii bu ‘eşlik’ insanın belleğine ve birikimine de bağlıdır. Sözgelimi Ege’ye bakarken, Homeros’tan Elitis’e, Sappho’dan Ritsos’a birçok şair eşlik edecektir ve bu belleğin insan için ne kadar değerli bir armağan olduğunu yeterince kanıtlar. Tabii oraya, son yıllarda iyice arsızlaşan tüketim mühendisliği harikası otellere, yeme içme turizmine, kısaca monoton hayatlarının bir parçası olarak ölçülüp biçilmiş ‘deniz mesaisi’ amacıyla gidenler için yapacak bir şey yok! Sadece gündelik pratiklerle, yeme içme, eğlenme ile sınırlı bir alanda bellek olmaz çünkü… Öyle hızla dolup boşalan bir şey değildir bellek. (Binbir Deniz’i bilenler bilir: ‘Benim denizlerim’ burada yazdıklarımla sınırlı değildir elbette.)

‘HASATSIZ DENİZ’

Deniz gerçekten de ‘hasatsız’ mıydı, Homeros dediği gibi? En azından şunu biliyoruz, Homeros’un denizleri, yani Akdeniz, dünyaya olağanüstü birikim sunmuştur. Doğu Akdeniz’den Cebelitarık’a görkemli bir uygarlıklar ve eserler toplamı duruyor önümüzde. Ege, Adriyatik kıyıları, Kuzey Afrika kıyıları, Anadolu kıyıları… Fenike’den Girit’e, Kartaca’dan Roma’ya koca bir dünya! Evet, Akdeniz’in ‘libas’ında kan lekeleri de vardır, dünyanın her yerinde olduğu gibi. Ama bu ‘orta deniz’in bereketli güneşi altında görkemli bir şiir ve sanat yapıtları toplamı da mevcuttur. Akdeniz’i ve kıyılarını dolaşırken, karşınıza her an ‘Sirenler’, Poseidon’un ürkünç ışıltıları, ‘gül parmaklı Eos’, Odysseus’un, Aeneas’ın türlü türlü ‘izleri’ çıkabilir. Homerostan Vergilius’a, Dante’den Milton’a, Aiskhylos’tan Shelley’e, onları bugüne taşıyan sayısız şairin dizeleri eşlik eder Akdeniz güneşi’ne. ‘Rüzgârlı İlion’un tepeleri, bilenler için Troya’dan Çanakkale savaşına kan kokusu da taşır. O güzel kıyıların derin hüznü bundadır. Ve vicdan sahibi her bir insan için acı derslerle doludur. Ritsos’un şiirindeki gibi: “Ve lir gibi türkü çağırır kayıkların halatları./ Ve Odysseus’un şarap kupasından acı denizi yudumlar denizci.” (ç. C. Çapan) Acı deniz’den herkesin payına bir şeyler düşmüştür. Yunan şairi Elitis’in o görkemli güneş dolu şiirinden, ‘Pasifikte sapsarı bir akşam’da ‘Japon Balıkçısı’nı yazan Nâzım Hikmet’e kadar, her yerdedir deniz…

‘ADALAR DENİZİ’

Ege, dünyanın en ‘iddialı’ denizi olmalıdır; iddiasında, çok eskiden ‘çöl’ olmasının payı var mıdır? Burada Ege’nin bir ‘amatör psikanaliz’ine girişmeye gerek yok ama iyice iddialı bir denizdir gerçekten. Hakkı da var! Dünyanın en iddialı şiir ve heykellerinden önemli bir bölümü buraya aittir. Bebekken sandıkla denize bırakılmaktan, tanrıların biçtiği tuhaf yazgılara, ardına bakmanın trajik sonuçlarından, insanı köle kılan uygarlık labirentlerinden kaçmaya, uçmanın esrikliğine, İkarosun uçarılığına, köpükten varoluşa, durup dururken bir ağaca dönüşmenin tuhaflığına, sayısız efsanenin yatağıdır Ege. Evet, bir kısmını çevresinden almıştır ama onları Akdeniz güneşi altında biçimlendirerek kendinin kılmayı da bilmiştir. Ege, sürekli bir söyleşidir, aşk da vardır orada tarih de. Cömerttir, isteyene gönlünce sunan bir şarap küpü, hiçbir susuzluğun tüketemediği bir testi: Philemon’un testisi! Sabah denizin selamıdır, akşam da denizin ‘karanlığına’ evine çekildiği yerdir; ama seveniyle tekrar söyleşmek için her an bir ‘köşeden’ görünebilir; ay ışığıyla birlikte çıkmışsa, gece baştan esriktir ve de hüzünlü. Ne demişti Elitis, Ege’nin hüznünü selamlarken: “Ey yeşil cevher –hangi fırtına yalvacı gördü seni/ güneşin doğusundaki, dünyanın iki gözünün/ doğusundaki ışığı gölgelerken!” (ç. C. Çapan)

DALGALI CUMHURİYET!

El Minar’ efsanesini bilir misiniz? Rabatlı bir korsana dair efsanedir: Lass el-Behar. Mağripli korsanlar, sömürgelerden gelen talan gemilerini yağmalar ve ganimeti bölüşürlermiş. Sömürgecilerin haklarında hep korkunç şeyler uydurdukları bu ‘kötü’ insanlar, denizaşırı ülkeleri yağmalayan gemilerin korkulu rüyası idiler. Lass el-Behar da bir korsan lideri. Bir gün azgın dalgaların kıyıya bıraktığı bir ‘bahriya’ bulur ve kadın gözlerini açtığı anda onulmaz bir aşkla tutulur ona. Öykünün sonunu kısaca P. L. Wilson’dan aktarmak daha iyi olur: “Okyanus kulemizi yıkıp geçecek” dedi korsan sevdiğine, “dağlara kaçmalıyız”. “Okyanustan niye korkalım ki?” diye sordu bahriya gülümseyerek. Onu her şeyden çok seven sen değil misin? Durmadan gücünü, kuvvetini öven sen değil misin? Denizi seyretmek için başını Mekkeden öteye çeviren sen değil misin? Ben denizin kızıyım. Ona duyduğun aşktan dolayı seni ödüllendirmeye geldim. Artık deniz beni geri çağırıyor. Elveda Lass el-Behar, beni bir daha asla göremeyeceksin.”[…]Dişi cin akıntının içine girip kayboldu, el-Behar da bulanık suların içine dalarak onu takip etti. Bir daha da asla görülmedi. Cebelitarık ile Tres-Forcas Burnu arasındaki dalgaların dibinde yatıyor…”(ç.Y. Gündoğdu). Evet, bir dalgalı cumhuriyettir deniz, Mağrip’in, Bou Regreg’in korsanları gibi…

‘KARANLIKLAR DENİZİ’

Daha baştan ürperten bir ‘ad’ değil mi? Ama birçok şair ve yazarı derinden beslemiştir o ‘karanlık’. Ayrıca popüler kültür ürünü çeşitli fantastik filmler, o korkunç ‘sahnelerin’ en sahici olanlarını edebiyat eserlerinden aşırmışlardır… Karanlık maddenin, ‘tözsel karanlıklar’ içerdiğini söyleyen Fransız filozof Bachelard, birçok şairde geceyi bünyesine alan bir imgesel denizin var olduğunu ekler: “Bu, eski denizcilerin, korkularına mekân seçtikleri ‘Karanlıklar Denizi’dir - Mare tenebrarum’dur.” Gilgameş’in ‘Dilmun’undan Thetis’in ‘ev’ine, John Cleves Symmes’tan Edgar Allan Poe’ya, Şeyh Galib’den Necatigil’e, Blake’den Byron’a, birçok biçimi bulunur o karanlığın… “Çürüyen denize baktım/ Ve gözlerimi uzaklara çevirdim” diyen Coleridge’in ‘İhtiyar Denizcinin Ezgisi’ çarpıcı bir atmosfer sunar. Okyanus sisi içinde kaybolan geminin ‘birden inen karanlığı’, korkuyla birlikte merak da uyandıran ‘uzak diyarları’ ile tam bir deniz ‘tasavvuru’dur: “Bu münzevi lûtfu/ O denize inen korulukta barınıyor/ Ne yüksek o haykırdığı tatlı sesi!/ Denizcilerle konuşmaya bayılıyor/ Uzak bir Ülkeden gelen…” (ç. A. Çeker)

‘MARE NOSTRUM’…

Küçüktüm onlar idam edildiğinde. Deniz Gezmiş adı bende ‘denizler gezmiş’ efsanevi bir varlık gibi yerleşmişti. Sonra sosyalist büyüklerimden Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin ‘dört bir yana haber salan’ türkülerini dinleyerek, devrimcileri okuyarak büyüyecektim. Evet, engin denizler gezmeyi, uzaklara, mavi ufuklara bakmayı onlardan öğrendim; yeryüzünün yakın ve uzak beldelerini de: “Her seher vaktinde tan atışında” açan kızıl gülleri, ‘Karadeniz’in, “garip garip öten derya kuşlarını”… Ve Nâzım Hikmet gibi kalbimi yeryüzünün uzak bölgeleriyle paylaşmayı: ‘Kışlık Saray’ın önünden ‘Sarı Nehre’, Vietnam’ın pirinç tarlalarından Bolivya dağlarına, Şili stadyumundaki Jara’dan Pretoria’daki Biko’ya… Can Yücel’in dediği gibi: Evet, ‘aşk olsun’!