Berlin’de hava güzel, ya filmler?

68. Berlinale’nin sonuna yaklaşırken, bu yılki seçkinin vasatlığı Batı sinemasında izlenen tıkanmışlığın yansıması adeta. Ödül tahmini yapmak gerekirse, Alexey German Jr, Christian Petzold, Marcello Martinessi ve Lav Diaz’ın filmleri öne çıkan eserler arasında. Henüz görmediğimiz Rumen Adina Pintilie, Polonyalı Malgorzata Szumowska, Meksikalı Alonso Ruizpalacios veya Alman Thomas Stuber sürpriz yapmazsa...

Fransa’nın özgün yönetmenlerinden Cédric Kahn, “La Prière-Dua” ile ismine uygun bir gün ve saatte, Pazar sabahı gösterildi (!). 22 yaşında eroin bağımlığından kurtulmak için geldiği Alpler bölgesindeki Katolik “rehabilitasyon” merkezinde genç Thomas, önce kader arkadaşlarının koşulsuz dayanışmasıyla, ardından inançsız yapılsa da duaların tedavi edici gücüyle ve nihayet aşkla tanışacaktır. Kahn’ın filmi gösterişsiz, dingin ve akıllıca yazılmış ve çekilmiş ve uyuşturucu bağımlılığını dine bağımlıkla tedavi etmeye çalışanları ince bir üslupla eleştiriyor. Buna rağmen, gereksiz uzunluklar ve senaryodaki eksik taşlarla etkileyiciliğini kaybetmiş.

İtalyan Laura Bispuri’nin “Figlia Mia-Benim Kızım”ı ne yazık ki tam bir hayal kırıklığı yarattı. Bispuri’nin aynı çocuğu paylaşamayan iki kadının hikâyesi ilginç olabilecekken, inandırıcılıktan çok uzak bir ilişki yumağına taşımış. Yarışma seçkisinin bir diğer anlamsız filmi de Norveçli Eric Poppe’nin “Utoya 22.Temmuz”u. İsminden de anlaşılacağı üzere film, 22 Temmuz 2011’de Oslo’da 8 kişinin hayatına mal olan bombadan sonra, ardından İşçi Partisi Gençlik Kolunun kongre için toplandığı Utoya Adası’nda 69 genci katleden aşırı sağcı fanatik (Breivik) saldırsını konu alıyor. Saldırı süresinin (72 dakika) tek planda çekilmesi filmin kayda değer tek özelliği.

Merakla beklenen filmlerin ilk sıralarında yer alan İsveçli Axel Petersen ve Mans Mansson’un “Toppen av ingenting- Hiçbir şeyin Üstü” çok iyi başlayan ve şaşırtıcı derecede kötü biten bir eser. Stockholm’de babasının ölümüyle kendine miras kalan 72 dairelik dev binayı satmaya çalışan 70’lik Nojet, yıllardır rantiye olarak yaşadığı İspanyol adasından cenaze için gelip binayı satmak ister. İçinde dar gelirli ve göçmenlerin bulunduğu yedinci kat ise yasal olmayan şekilde kiraya verilmiştir. Zevk-ü sefadan vazgeçmek istemeyen acımasız mirasçının “mücadelesi” etrafında filmin son derece güncel, siyasi ve evrensel konusu iyi başladıktan sonra, ikinci yarıda psikedelik bir zırvalığa dönüştüğünden festivalde iz bırakacak bir filmin yanından geçmiş yönetmenler.

60’ların ve 70’lerin unutulmaz yıldızı Romy Schneider’in son aylarından birkaç günü anlatan “Quiberon’da Üç Gün” duyarlı, ancak büyük festival filmi niteliği taşımayan, daha ziyade televizyon filmi mahiyetinde bir eser. Marie Bäumer Schneider’e oldukça benzese de, unutulmaz oyuncunun iğne oyası gibi zarif yüzünün etkisini yaratamıyor. Filmin bizce en ilginç yeri, Stern Dergisi gazetecisi Michael Jürgs’e verdiği içten ve sarsıcı röportaj sahneleri.

Cannes’dan Berlin’e düşey geçiş (!) yapan Gus Van Sant, Amerikalı çizer John Callahan’ın filmle aynı adlı kitabını uyarlamış. Callahan’ın alkol bağımlılığı ile savaşı ve sakatlığı ile mücadelesi ise seçtiği mercekler. Klasik ve usta bir film, ancak yine televizyon filmi tadında... Ama Callahan’ın canlandıran Joaquin Phoenix’e En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandırması büyük ihtimal.

Son günlerin zevkle izlenen nadir eserlerinden biri İranlı yönetmen Mani Haghighi’nin “Khook-Domuz”uydu. Kara listede olduğu için uzun zamandır film çekemeyen Hasan, yıldızlığa filmleri ile kavuşan ve hala aşık olduğu kadın oyuncu (Leila Hatami) başka bir yönetmenin teklifini kabul edince kıskançlığından çıldırır. Aynı zamanda, bir süredir Tahran’da meşhur yönetmenlerin kafasını keserek öldüren seri katil, kendisini neden hedef almıyor diye de bunalıma girer. Bürlesk komedi, yer yer grotesk komediye dönüşse de, hem kibir, hem de soysal medya eleştirisi olarak keyifle izlendi.
Alman yönetmen Philip Gröning’in “Erkek Kardeşimin adı Robert ve tam bir salak” filmi, tam üç saat boyunca iki paralık ucuz felsefe cümlelerinin kenar süsü eşliğinde, kardeşler arası bir ensest hikayesini anlatıyor.