Erhan Akarçay, yemek sosyolojisi literatürüne büyük bir katkıda bulundu. Akarçay, Eskişehir’de yaşamakta olan orta sınıfların yeme içme örüntülerini araştırarak, söz konusu beğenileri sosyokültürel boyutlarıyla tartışıyor

Beslencenin dili

KÜBRA YÜZÜNCÜYIL

Frankfurter Zeitung 1930 yılında, Walter Benjamin’in en içten yazılarından birine yer verir. Benjamin, taze incirler için duyduğu hayranlığı ve onları yerken deneyimlediği arınma hissini anlatır. Taze incirleri doyasıya yemiştir, sonsuz lokmaları büyülüdür. Öte yandan, hiçbir zaman aşırıya kaçmadan yemek yiyen kimselere birkaç lafı vardır. Bu kimselerin yemek yemenin arzuyla olan karanlık ilişkisini asla anlayamayacaklarını iddia eder ve şöyle devam eder:

Kadim doyumsuzluk ormanına giden, iştahın o dar yollarıyla ve çeşitliliğiyle tanışamayacaklar. Oburlukta iki şey kesişir: sınırsız arzu ve onu tatmin eden gıdanın yeknesaklığı.

Öte yandan 1979 yılında Bourdieu, Benjamin’in bahsettiği ormana giden yollara birtakım levhalar koyar ve beğeni yargısını toplumsal sınıflar bağlamında ele alır. Açlığın, açlıkla başa çıkma stratejilerinin, oburluğun, sofradaki oturma biçimlerinin, sofradaki yemeğin neresinden kaç porsiyon yendiğinin kısacası beslenme biçimlerinin farklı sınıf ya da sınıfsal fraksiyonlarla olan ilişkisini araştırır. Buradaki en önemli noktalardan biri Bourdieu’nun geliştirdiği “zorunluluk beğenisi” (taste of necessity) kavramıdır. Zorunluluğa olan mesafenin ölçüsü bireylerin sahip oldukları ekonomik koşullara göre belirlenir. Alt sınıflardan üst sınıflara doğru bu mesafe uzamaktadır. Bourdieu’ya göre orta ve üst sınıflar için beğeni doğrusal olarak zorunluluktan doğmaz. Aksine avantajlı sınıflar sahip oldukları beğenileri birer statü sembolü olarak sunmaktadırlar.

Bourdieu bu kavramı açıklamak adına toplumsal sınıfların yeme içme örüntülerinden örnekler verir. Yaptığı araştırmalardan yola çıkarak, alt gelir gruplarının az zaman harcanarak tüketilen yemeklerden, üst gelir gruplarının ise alışılmadık tatlar denemekten hoşlandığını belirtir. Bourdieu aynı zamanda, Fransız işçi sınıfına mensup erkeklerin balığı (kılçıklarını ayıklamak, derisini ayırmak gibi gereklilikler neticesinde) çok zaman aldığı için yemeyi tercih etmediklerini söyler. Orta ve üst grupların yeme - içme pratikleri için özel bir zaman dilimi ayırması bu bağlamda, kendini alt sınıflardan ayırma stratejisi olarak okunabilmektedir.

İnsanın en temel içgüdülerinden biri olan besin bulmak, modern toplumlarda orta ve üst sınıflar için bir kaygı olmaktan çıkıp gündelik hayatın sorunsuz yönlerinden biri olmuştur. Yemek yemenin doğası gereği kendini kolayca kabul ettiren yapısı günümüzde, besinlerin satın alınması, hazırlanması ve sunulması şeklinde gerçekleşen bir zincir içinde üretilmektedir. Öte yandan, üretim elbette tüketimi yaratmaktadır. Günümüz modern yaşam standartları altında bireyler, yemeği hazırlama aşamasından çok tüketme süreciyle bağlantılı konuma gelmişlerdir. Günümüzde, kentsel mekânda gerçekleşen nezihleştirme projeleriyle birlikte dışarda yemek lüks tüketim, gösterişçi tüketim, eğlenme biçimi, zevk, statü ve ayrımlaşma göstereni haline gelmektedir. Ya da şöye söyleyelim: Benjamin’in ormanı gün geçtikçe bir tüketici fantazyasına dönüşmektedir.

Erhan Akarçay, Beslencenin Sosyolojisi kitabıyla yemek sosyolojisi literatürüne büyük bir katkıda bulundu. Akarçay, Eskişehir’de yaşayan orta sınıfların yeme içme örüntülerini araştırarak, söz konusu beğenileri sosyokültürel boyutlarıyla tartışıyor. Kitabın bir diğer önemi ise literatürde Foodtainment olarak geçen teriminin Türkçe’ye kazandırılması. Bu terim temel anlamıyla, yemek yemenin gündelik yaşamdaki sıradanlığından koparılmasını, beslenme ve eğlencenin iç içe geçmesini tanımlar. Bu nedenle beslenme ve eğlence kelimelerinden türetilen Beslence, tek adımda derdini anlatan bir motif olarak karşımıza çıkıyor.

Akarçay’ın esasında doktora tezi olan bu çalışması genel anlamıyla, insanın en temel fizyolojik gereksinimlerinden biri olan yemek yeme eyleminin orta sınıflar için ne ifade ettiğini araştırıyor. Bu ifade biçimlerini okurken doğa ve kültür arasındaki çelişkiyi sıklıkla hatırlıyoruz. Orta sınıf için yemek yemenin açlığı bastırmak, hayatta kalmak gibi anlamlara gelmediğini, aksine bu eylemin bir öznel kültür öğesi haline geldiğini anlıyoruz. Yeme içme pratiklerinin orta sınıfın kendi içindeki katmalarda bile farklı anlamlara geldiğini ve bu nedenle söz konusu katmalar arasında birden fazla dil oluştuğunun farkına varıyoruz. Diğer bir deyişle, modernitenin idrakine yönelik farklı bir bakış açısı geliştiriyoruz.

Akarçay bu çalışmada ilk olarak, gıda çalışmalarının kuramsal temellerini tartışıyor. Ardından çeşitli perspektiflerden orta sınıf tartışması sunuyor. Çalışmasının evreni olan Eskişehir şehrinde gerçekleşen mutenalaşma sürecini ve bununla ilişkili olarak dışarda yeme eğilimini, orta sınıf beğenisi çerçevesinde açıklıyor. Feuerbach’ın meşhur İnsan yediği şeydir. (Man ist was Man isst) iddiası, bu kitapta Nerede yiyorsak oyuz’a evriliyor.
Yemek yemeye dair sembolik metinleri mekânsal kodlarla okuyan Akarçay, orta sınıfların tercih ettiği restoranların muhafazâkarlık tutumunu, müzik tercihlerini, sosyal medya platformları kullanımlarını inceliyor. Dahası, söz konusu özelliklerin, orta sınıf fraksiyonlarında da değiştiğini işaret ediyor. Akarçay gibi bizim için de yiyecek, içecekler ve restoranlar orta sınıf beğenisini açıklayan terimler haline geliyor.
Öte yandan, Phoenix Yayınevi tarafından basılan çalışmada Akarçay, sanıyorum Simmel’e selam göndererek, bir sosyolojik flâneur izahı geliştirmiş. Eskişehir sokaklarında, iştahın dar yollarında dolaşarak derinlemesine mülâkatlar gerçekleştirmiş. Ardından bu görüşmeleri uygun kodlarla açarak tartışmanın altyapısını oluşturmuş. Orta sınıf yeme içme örüntülerini bir manzara olarak ele almış ve böylelikle bir toplumsal deneyimin içinden yazmış. Mekânsal moderniteyi sorunsalı haline getiren bir çalışma adına sanıyorum, araştırmacının yöntemin bir parçası haline gelmesi kendi başına çok değerli.
Marx’ın defterlerini karıştırırken hep aynı paragrafta dururum. Üretimin aynı zamanda tüketim biçimini şekillendirdiğini anlattığı o paragrafta şunu söyler: Açlık açlıktır. Ama çatal ve kaşıkla yenen pişmiş etle doyurulan açlık, elle yenen çiğ etle doyurulan açlıkla aynı değildir.

Beslencenin Sosyoloji’si sanırım tam da bundan bahsediyor. Orta sınıfın yeme içme örüntülerini, çatalını, bıçağını modernitenin bir bileşeni olan mutenalaşma terimleriyle açıklıyor. Bir başka deyişle, Beslence’yi modernitenin mekânsal deneyimi olarak vurguluyor. Çalışmanın sonuna doğru Camus’un uyarılarına rağmen bu vurguya olan inancınız artıyor:
İnsan aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer.