Gece, dışarısı soğuk, kara iklimi ayaza keser. Perdeler sonuna kadar açık, ta uzakta karanlıktan suya doğru süzülen basit bir ampul ışığı olmasa deniz görünmeyecek. Gümbet kıyısında balıkçı kulübesinin ışığı, kızağa çekilmiş yazdan yıpranmış kayıkların gövdelerini kısmen aydınlatıyor. Işığın titremesi sanki soğuk yüzünden. Gecenin o saatinde bir martı karanlığın içinde kısa süre süzüldükten sonra kayığa konuyor -beyaz karanlıkta fark yaratıyor- Boşuna dememiş Can Yücel “martılar ki onlar denizin sokak çocuklarıdır” diye. Evin içinden biri martının ışığa çıkmasını bekliyor. Martı fazla bekletmiyor, bir-iki adım atıyor. Fotoğrafını çekiyor adam. Kamerayla değil, belleğinde...

İçeride üç adam, her biri ayrı masalarda... Kuzine; içerisine ne atıldıysa hepsini harıyla ‘hiç’e havale ediyor. Nezir ‘Hiç’ adını verdiği romanına başlamış, masası tam denize nazır. “Hiç yoktan iyidir,” diyor. Bense bahçeye bakan pencereden yaprakları karanlıkta kayıp benjamin ağacına tünemiş roman kahramanlarıma bakıyorum, -rakının beyazından olsa gerek-. Ayaz kanlarını dondurmuş, birbirlerine kenetlenmişler. Yalvaran gözlerle içeri almamı bekliyorlar. ‘Aze’nin İzi’ni toparlıyorum. Kırmızı kurdeleyle kim dans ederse onu içeri alacağım. Alp’i göremiyoruz, muhtemel kuzinenin üstündeki çaydanlıktan çıkan buharla, suyla, çay kaşığındaki kahveyle boya üretimi için deneyler yapıyor. Mürekkep balığından çıkanı da kullanıyor. Yahnisi dolapta. Alp’in masası bahçeye açılan kapının ağzında, üzerindeki kâğıda kendi ürettiği boyaları kullanarak rapidoyla bir şeyler çiziktiriyor.

Martı, rakı ve kâğıt fark yaratıyor; beyaz. Ama Alp beyazı kirletiyor.

İçerde odunların çıtırdamasından başka çıt yok. Arada buzdolabının açıldığı, kapandığı sesler dışında. Arkamız dönükken bardağa dökülen su sesinin beyaza dönüştüğünü biliyoruz. Üşüdüğümde kuzinenin yanına sokuluyorum, bir sigara yakıp ayağımı yığılı odunların üzerine uzatıyorum. Nezir neler yazıyor, Alp ürettiği boyalardan ne tür renkler elde etti, onları nasıl kullanıyor? Rahatsız etmemek için tepelerine dikilmiyorum. Benimkiler dışarıda, üşüyorlar. Az beklesinler, aylardır bana çektiriyorlar. Alp beni görünce sesleniyor. Fırsat bilip yaptıklarına bakıyorum. Sadece oda değil resim de kahve kokuyor, hafif yanık. Kahveyi yakmış galiba. Nezir de fırsat bilip yanımıza geliyor.

Geçenlerde Alp (nam-ı değer Pino) İstanbul’a geldi. 2008 kışında geçen beş günü andık. Alp’e “O resmi göndersene,” dedim, yani maille falan fotoğrafını atsın anlamında. Bir hafta sonra kargodan resmin kendisi geldi. “Ne demek senden kıymetli mi,” diyor. Valla kendimi bilmem de bu resim gerçekten çok değerli, nasıl emek-yaratıcılık harcadığını biliyorum çünkü. Mahcup oldum, ama sevinmedim de değil hani.

Alp rapidosuyla aklın gözüyle görebileceğimiz şeyler çiziyor; – gönüle kapalı hiç değil- düş, düşün, beyin, insan, yaşam, çelişki... Burada bırakıyorum, çünkü fazla kelime resmi tarifleyecek, istemiyorum... Budur değil, spektrumu geniş... Öyle dışavurum falan değil, kim içini tamamen dışavurabilir ki? İnsanın en büyük sırdaşı kendisidir çünkü. Sınırlar çizmiyor... Kıvrımlarda dolaşıyor... Her bir çizgi başka bir durumu anlatıyor, ilginç olan bütünü görebiliyorsun ama tek bir kelimeye sığmaz. Bilinemez olmakla bir derdi yok ressamın, hiç öyle bir şey değil, akıl yürütmenin özgürlüğünü resmin ayrıntılarına girdikçe bize görünür kıldırabiliyor. Tıpkı yaşam gibi... Kıyısında da dolaşabilirsin, yaşama sokulduğun kadar. İçine girersen tam bir spiral, daha fazlasını görmeye çağırıyor.

Karanlıkta Gümbet kıyısındaki ışığın ayazdan titrediği kadar titrememiş rapidosu. Beyazın böyle kirlenmesi güzel...