Biden ve Avrupalı müttefikleri, küresel ölçekteki sorun ve tehditler karşısında, bunlara çözüm olarak aslında bunlara bizzat kaynaklık eden uluslararası düzenin restorasyonundan başka bir şey önermemektedirler.

Biden’ın Avrupa turu ya da fetretten çıkış mümkün mü?

COŞKUN SOYSAL

ABD Başkanı Joseph Biden, başkan olarak çıktığı ilk yurtdışı seyahati olan Avrupa seyahatine Çarşamba günü İngiltere’ye ayak basarak başladı. Biden’ın tüm dış politika söylemine bakıldığında belirli temaların tekrar ettiği görülecektir. “Diplomasiyle öncülük etmek”, “Batı ittifakını canlandırmak”, “Amerikan liderliğini masaya geri getirmek” ve “küresel tehditlere karşı dünyayı harekete geçirmek”, Biden’ın dış politika söyleminin ana unsurlarını oluşturuyor. Burada dikkati çeken nokta, “geri getirmek” ile bir kaybın, “harekete geçirmek” ile ise bir eylemsiz kalışın kabul ediliyor oluşudur. Burada kaybedilen, Biden ve destekçisi neoliberal kozmopolitanist kampa göre, Batılı analistlerce “liberal uluslararası düzen” olarak adlandırılan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avro-Atlantik ülkeleri öncülüğünde tesis edilen düzen ve bu düzene dayanan ABD liderliğidir. Yine eylemsizliğe gömülense, bu düzenin sürdürülmesinde kritik role sahip bulunan Batı ittifakı ve özellikle bu ittifakın askeri aygıtı konumundaki NATO’dur. İşte Biden’ın geri getirmek ve harekete geçirmek istedikleri bunlardır ve Avrupa seyahatine bu motivasyonla çıkmıştır. Kısaca, bir restorasyon ve çeşitlenen yeni küresel tehditler karşısında yanıt oluşturabilmek amaçlanmaktadır. Bunların olanaklı ya da olanaksız oluşları ise, söz konusu kayıp ve eylemsizliğe gömülme hâlinin nedenleriyle yakından ilgilidir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası düzen, her ne kadar başta sürece Mihver ülkelerini bozguna uğratmış olan Müttefik ülkelerin önde gelen mensuplarından biri olarak Sovyetler Birliği de dâhilse de, temelde, sonradan iyice belirginleşecek olan sosyal sistem temelli çatışma ve bloklaşmanın Batı kapitalist bloku tarafınca inşa ve muhafaza edilmiştir. Taban tabana zıt iki sosyal sistem olarak kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadele tüm bir uluslararası siyasete damgasını vurmuş ve aslında kapitalizmin istisnai kimi öğelerle bezenmesine yol açmıştır. Avrupa’da savaşın getirdiği yıkım sonrası ve ABD’de ise kendi özgün koşulları nedeniyle daha önceden başlamış bulunan iktisadi büyümeye, Sovyetler Birliği’yle askeri rekabetin getirdiği muazzam savunma harcamaları ve sosyalizmle ideolojik, politik ve ekonomik düzlemlerde girilen mücadelede önemli bir unsur olarak Keynezyen sosyal refah devleti biçimi eşlik etmiştir. Pek çok Batı ülkesinde Fordist üretim metotlarının yaygınlaştığı, tam istihdam güvencesiyle iç talebe ağırlık veren ithal ikameci sanayileşme stratejisinin benimsendiği görülmüş, bunlara bağlı olarak görece güçlü ve örgütlü işçi sınıfının ortaya çıkışı gözlenmiştir. Batı kapitalist bloku içerisindeki pek çok ülkede bu toplumsal mutabakat 1960’lardan itibaren sarsılmaya başlamış, yine uluslararası alanda ise 1970’lerdeki Vietnam Savaşı’nda en tipik örneği görülen ciddi krizler ve sorgulamalar baş göstermiştir. Batı kapitalist bloku, mevcut birikim rejiminde ve uluslararası düzeyde ortaya çıkan bu sınıra dayanma ve çok boyutlu tıkanmayı, ciddi bir paradigma değişikliğiyle ve aslında, güçlü devlet müdahaleciliğiyle de olsa, kapitalizmin esas doğasına dönüş ile aşmış, süreç içerisinde Sovyetler Birliği’ni yenilgiye uğratmış ve neoliberalizm olarak adlandırılan yeni hâkim iktisadi paradigmayı küresel ölçekte hegemonik kılmıştır. Bazıları bu noktada “tarihin sonunu” ilân etmekte gecikmemişlerdir.

Oysa daha 1990’ların başında, Batı kökenli “fast food” zincirlerinin dünyanın en çevre yerlerine bile yayılışında cisimleşen bir bolluk algısına, Habitat zirvelerinde kendini gösteren çevresel ve gezegene dair kaygılar eşlik etmeye başlamıştı. Kapitalizmin eşitsiz doğası ise, kuralsızlaşma, özelleştirme, örgütsüzleştirme ve sanayisizleşme süreçlerine dayanan neoliberal varyantlarıyla en çıplak biçimde, en zenginler ile en yoksullar arasındaki uçurumu çağlar düzeyine çıkarmaktaydı. Bir zamanlar yalnızca Üçüncü Dünya olarak anılan çevre ülkelerde var olduğu zannedilen yoksunluk, birkaç on yıl içerisinde, Batı kapitalizminin merkez ülkelerinde bile ciddi siyasi hınç kaynağı hâline gelecek ve siyasi solun güçlü varlığının bulunmadığı koşullarda, yer yer ırkçı göndermelere de sahip sağ reaksiyoner akımların yükselişinde kendini gösterecektir. Bu iktisadi öğelere, bu iktisadi öğelerle ilgisiz olmayan uluslararası politik istikrarsızlıkları da eklemek gerekir. Sovyetler Birliği ile Yugoslavya’dan arta kalan coğrafyada yeni sorunlar, Arap dünyası, Latin Amerika ve Afrika’da ise eski sorunlar farklı yüzleriyle karşımızdaydılar. Uluslararası düzenin, herkesin iliklerine dek hissettiği soğuk, acımasız ve adaletsiz yüzü, belki de en çok Filistin meselesinde temayüz ediyordu. Filistin meselesi 1980’lerde ilk ve 2000’lerde ikinci kez olmak üzere intifadaya yol açarken, uluslararası düzen ise 2001’de 11 Eylül saldırıları ile sarsılıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrası toplumsal uzlaşı yerini neoliberal Washington Uzlaşısı’na bırakalı on yıllar oluyordu, ama artık herhangi bir uzlaşıdan ziyade, zor devreye girmeliydi.

2000’li yılların başından itibaren Afganistan ve Irak işgallerinde kendini gösteren emperyalist tahakküm işte bu zoru temsil ediyordu. Diğer yandan, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeylerde burjuva hegemonyası alt toplumsal grupların rızasını üretmede ciddi sıkıntı yaşamaktaydı. Avrupa Birliği genişlemesi, eski Sovyet coğrafyasında Batı yanlısı “renkli devrimler” ve son olarak Arap dünyasındaki “Arap Baharı” süreci, ayrı coğrafyalarda bu çelişkilere birer derman olarak görüldüler, fakat hiçbiri karşı karşıya bulunulan daha derin bunalıma çare olamadılar. Dahası, daha farklı sorun ve acıların yaşanmasına neden oldular. Bunlardan sonuncusu Avrupa’ya kitlesel göçleri tetiklerken, Avrupa’da hâlihazırda yükselmekte olan yabancı düşmanlığını ve bundan beslenen reaksiyoner sağı daha da kuvvetlendirdi. ABD’de başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan 2008 ekonomik bunalımı ise bu durumu yalnızca daha da pekiştirmekteydi. Üstelik bu büyük finansal kriz, sona ermiş de değildir.

Fransa ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinde reaksiyoner sağın yükselişi, Brexit ve ABD’de “sonsuz savaşlara son vereceğini” ilân edip Rusya Başkanı Vladimir Putin için “akıllı adam” tanımlamasını yapan fakat diğer yandan beyaz ırkçılığına ve genel olarak ayrımcılığa prim veren görüş ve pratiklere sahip olan Donald Trump’ın başkan seçilmesi, bugün Biden’ın “kayıp” ve “eylemsizliğe gömülme” motifleriyle resmettiği dönemi tasvir eden anahtar gelişmelerdir. Kapitalizme sistemik alternatiflerin bertaraf edildiği, krizlerin bırakın kapitalizmin krizi olmasını, neoliberalizmin krizi olmasının bile sağlanamadığı, daha ziyade “neoliberalizm içerisinde kriz” olmakla sınırlı tutulabildiği bir konjonktürde, temel siyasi çatışma da gitgide, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası düzenin neoliberal küreselleşme programı üzerinden devamından yana olan neoliberal kozmopolitanistler ile buna reaksiyon üretmekten öteye gidemeyen yerel sağ reaksiyonerler arasında cereyan etmektedir. Kapitalizmin siyasal düzlemde liberalizm ile faşizm arasında salındığını bilenler açısından bu durum şaşırtıcı olmaktan uzaktır. Burada esas sorun, her iki kanadın da, insanlığın karşı karşıya bulunduğu sorunlar ve artık iklim değişikliği gibi yaşamsal tehditler karşısında çözüm üretebilme yetisine sahip olup olmadıklarında düğümlenmektedir.

Biden ve Avrupalı müttefikleri, küresel ölçekteki sorun ve tehditler karşısında, bunlara çözüm olarak aslında bunlara bizzat kaynaklık eden uluslararası düzenin restorasyonundan başka bir şey önermemektedirler. Hatta denilebilir ki, neoliberal kozmopolitanistler karşısında, korumacı birtakım politikalarla iç talebi önceleme iddiasında olan ve toplumların sosyal dokusunu bir biçimde korumayı vaat eden yerel sağ reaksiyonerler geniş halk kitlelerine daha cazip gelmektedirler. Dolayısıyla, neoliberal kozmopolitanizm, geniş çaplı küresel sorun ve tehditler karşısında, halk kitlelerine ve alt toplumsal katmanlara ciddi bir maddi saik sunamazsa, Biden dönemi bir ara dönem, bir fetret devri olmaktan öteye gidemeyecek ve ABD öncülüğündeki uluslararası düzenin düşüş ve çözülüşü hız kazanacaktır. Ancak kapitalizmin İkinci Dünya Savaşı sonrası istisnai dönemine benzer açılımlar geliştirilecek olursa, yeni bir başlangıçtan söz edilebilir. O döneme bir yanıt olarak, o döneme ait birikim rejimini yapısızlaştırmanın adı olan neoliberalizm ise, böylesi bir başlangıçla taban tabana zıtlık içerisindedir.