Bile bile lades olmasın
Fotoğraf: AA

Prof. Dr. A. Raşit KAYA

“Geliyor, gelmekte olan”, “gitti gitmekte olan” deniliyor ama yine de iktidar blokuna kamuoyu yoklamalarında oldukça yüksek oranda bir destek görülmesi belirgin bir tedirginlik yaratıyor. Şaşıran, ‘gerçek olamaz’ diye sorgulayanlar var. Hepsine propaganda için abartılmış denilerek de geçmek mümkün, derin bir umutsuzluğa kapılmak da…

Yoğun bir propaganda dönemi/süreci yaşanmakta. Karamsarlığa ya da umursamazlığa kapılmadan durumun olası içermelerini, sonuçlarını irdelemek giderek daha bir önem kazanıyor.

***

“Propaganda” en yalın anlamıyla bir kanıyı yaymak için yapılan sistematik, tasarlı bir etkinliktir. Kökleri Antik dönemlere kadar uzanır. Sözcük önceleri toplumun üyelerinin eğitilmesi anlamında da kullanılırdı. Doğası gereği neden olduğu yönlendirme tüm (erkek) yurttaşların katılımına açık “agoralarda” gerçekleştirildiğinden “demokrasi”ye ters bir şey olarak değerlendirilmezdi. Laikliğin bir görüş ve düşünce olarak toplumsal/siyasal yaşama girmesiyle propaganda etkinliklerinin içerimlerinin sorgulanması başladı. Akademik değerlendirmelerde ve siyasal düşüncede propagandaya yönelen etkinliklerin esas olarak “muktedirlerin” elinde tüm toplum üyelerini baskılayan önemli bir silah olduğu görüşü ağırlık kazandı. Gelişen basın/yayın ortamında bundan sonra propaganda genel olarak “ütopyalara” değil de “distopyalara hizmet eden bir etkinlik olarak değerlendirilmiştir. II. Dünya Savaşı’na sürükleyen yollar döşenirken propagandanın faşizan/baskıcı rejimlerin en önemli araçlarından birisi olduğu tescil edildi. Savaş sonrasında, önceleri teknolojik gelişmeler dayanak gösterilerek, propagandanın “modernleşme” çabalarının desteklenmesinde çok önemli bir rol oynayacağı ileri sürülmüştür. Etkileme gücü bir bakıma böylece aklanmak istenmiştir. Ne var ki, “barış içinde bir arada yaşanmasından” Soğuk Savaş’a geçildiğinde propaganda sözcüğüne “kara” yaftası yapıştırılarak etkileme çabalarına daha bir şevkle devam edilmiştir. Propaganda sözcüğünün olumsuz çağrışımlarından kurtulmak için de “tanıtım”, “halkla ilişkiler” gibi kavramlar devreye sokulmuştur. Yepyeni propaganda araçları ve teknikleri günümüzde bilimsel, teknolojik ilerlemenin insanlık hizmetine “sunulan” bir nimet ve olanak olarak meşrulaştırılıp, işlevselleştirilmek isteniyor.

***

Bu süreçte de, geleneksel gazetecilik anlayışı, meslek ilkeleri de artık yaygın bir biçimde yok sayılıyorlar. Medya etkinliklerinin önemli bir sanayi ve ticari kazanç yolu da olması nedeniyle geleneksel anlayış, etik ilkeler artık pek önemsenmiyor. Erki ellerinde tutanların geniş kitlelere seslenerek onları sevk ve yönlendirme yolu da böylelikle ardına kadar açılıyor. Bunun yeterli görülmediği ortamlarda da geniş bir yaptırım gücü yedekte bekletiliyor. Kısacası her yerde hazır ve nazır olan bir propaganda gücünün “masum olduğu” ya da olabileceği düşünülemez.

***

Baskıcı, antidemokratik iktidarlar doğaları gereği bir “ideolojinin enjeksiyonunu” rejimlerinin vazgeçilemez temel bir öğesi olarak kullanırlar. Türkiye’nin yakın geçmişinde de bunun örnekleri bolca yaşanmıştır. Örneğin, “basın özgürlüğünün” bir ilke olarak benimsendiğini kayıtlara geçiren ilk siyasal iktidar olan Demokrat Parti, kısa bir süre sonra demokrasi retoriğinden vazgeçtiğinin işaretini basına karşı tutumuyla sergilemiştir. Sonraki örnekleri saymaya bile gerek yok. Hepsi işe önce destekçilerinin kayrılıp, kullanıldığı adımlarla başlamış, sonra da kendi kontrollerine alamadıklarının cezalandırılarak tümüyle susturulmaya çalışılmasıyla devam edilmiştir. Daha önce seslendirilen, vaat edilen özgürlükler unutulmuştur. Günümüzde bu tutumun çok daha açık, kapsamlı örnekleri olağan bir uygulama olarak sergilenmektedir. Uluslararası tipolojilerde “seçimli otokrasi” olarak nitelenmeye başlanan Türkiye’de siyasal iktidar tıkanan rejimi yaşatıp desteklemek için başta dinsel temalar olmak üzere toplumun tüm katlarını hedef alarak ideoloji enjeksiyonlarını giderek arttırıyor. “Acil eylem planları” vb. vaatlerini büyük bir telaşla art ardına sıralıyor. Sorunların üstesinden gelinemeyeceği açığa çıktıkça “demokrasi retoriğinden” vazgeçiyor. Araya nifak sokmaya yeltenmek dahil etikle bağdaşmaz, akla ziyan tutumlar pervasızca sergileniyor. Son bir örnek, bir dönemler “basının amiral gemisi” olarak nitelenen ceridenin muteber selvisinden “muhalefete kazanmak istiyorsa” ne yapması gerektiği bile dikte edercesine salık veriliyor!

Öte yandan sergilenen akla sığmayacak tutumları mesleğinin de gereği olarak vukufla ama esefle gözlemleyen Selçuk Candansayar Hoca da BirGün’de önemli bir saptama yapıyor: “Stratejiler, hesaplar beklentiler kazanıyoruz diye değil, kaybediyor diye kuruluyor… öyle ki … kimin kaybedeceği belli, ama kimin kazanacağı belirsiz olduğu bir dönemde ilerliyoruz” diyor.

***

Sağlık nedenleriyle “sahaya çıkamayan bir veteran hoca olarak benim muhalefetin tüm bileşenlerine naçizane önerim ise, daha önce BirGün’de yazdığım gibi “ehemin, mühimden ayrılması. Daha açık bir anlatımla önemli gördüğümüz şeyler yerine daha önemli olanların yerleştirildiği somut ve takvime bağlanmış bir eylem planı ve hükümet programının yapılması. Bunun için de “Ben yapacağım demekten vazgeçip, biz yapacağız” denilmesi.

Bile bile lades dememek için…