Dünyanın ikilemi şu: üretimden elde edilen gelirler düşük, finansaldan getiriler düşüyor daha düzensiz alanlara doğru sermaye akıyor. Bu durum 2008 öncesi koşullarını bize yaratma tehdidi var. IMF’nin raporu bu tehdidin altını çiziyor. Bu tehdit “2009’u yeniden yaşayabilir miyiz”den daha büyük bir tehdit. Çünkü o zaman elimizde finansal genişleme olanağı vardı. Şimdi böyle bir olanak yok.

Bilkent Üniversitesi İİBF öğretim üyesi Erinç Yeldan: Devrimi artık ciddiye almalıyız

BirGün PAZAR

Ekim ayında yayımlanan IMF raporuyla birlikte küresel kapitalizmin içine girdiği durgunluk kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Biz de küresel kapitalizmin yaşadığı bu durgunluğun sebeplerini, kapitalizmin alternatif olarak sunduğu çözüm önerilerini, yaşanan durgunluğun dünyada ve Türkiye’deki görünümlerini Bilkent Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Erinç Yeldan hocamızla konuştuk.

İyi pazarlar!

► Yayımlanan IMF raporuyla krizin derinleşen boyutları da vurgulanıyor. Kapitalist merkezlerdeki görünüm ve Türkiye gibi ülkelerdeki görünüm, önümüzdeki kısa zaman için neler ifade ediyor?
IMF’nin senede 2 defa küresel finansal istikrar raporu yayınlıyor. Bu ekim ayında yayımlanan son raporda altının çizilmesi gereken çok önemli bir tespit var. Buna gelmeden önce yine geleneksel olarak anlatılan “durgunluk devam ediyor, durgunluktan çıkmak için yapısal reformlara ihtiyaç var, kemer sıkma politikalarının izlenmesi gerekiyor, verimlilik artışlarının güçlendirilmesi gerekiyor” gibi tespitler yapılıyor. Kabaca 2015 sonrası dünyada reel ücretlerin gerilediğini ve insan onuruna yakışır iş diye betimlenen kayıtlı organize düzenli istihdam biçimlerinin artık tahrip edildiğini; bunun yerine yarı zamanlı, esnek, güvencesiz ve kısa süreli istihdama dayalı biçimlerin aldığını görüyoruz. Buna bağlı olarak işçilerin alım gücünde ve milli gelirden aldıkları payda ciddi bir gerileme olduğunu da biliyoruz. Şimdi buna 2015 sonrası dünyada reel üretici sanayi kesiminin karlarında bir gerileme olduğunu da ekledik. Bütün bunlara bakıldığında Korkut hoca gibi ben de sabit sermaye yatırımlarındaki gerilemeyi beklenen kar oranlarındaki düşmeyle beraber ilişkilendirip bu yaşananları kapitalizmin çok olağan bir tepkisi olarak değerlendiriyorum.

Ancak benim dikkatimi çeken husus raporda, dünya ekonomisinin bir ikilem içerisinde olduğunun vurgulanması. IMF’nin ilk işaret ettiği ikilem az önce bahsettiğim reel üretim dünyası üretkenliğinin gerilemiş olması bunun karşılığında bir yatırım talebinin gelişmemesi ve buna eklenen reel ücretlerdeki gerilemeyle beraber de toplam talepte bir gerilemenin söz konusu olması ikilemi. Bu birinci ikilemi yani talep azlığından kaynaklanan bir krizi ötelemek için tek çare olarak borçlanma olanakları devreye sokulmuştu. Bunu sağlamak için de başta Fed dediğimiz Amerika merkez bankası olmak üzere İngiltere Merkez Bankası ve Türkiye de dahil olmak üzere- kendi çok öznel koşullarıyla birlikte- muazzam bir kredi genişlemesine gidildi. Amerika’da Fed 500 milyar dolar olan varlık miktarını 4.5 trilyon dolara çıkardı. 4.5 trilyon dolar kâğıt karşılığı dolar basıp sattı. Bu muazzam bir likidite, döviz bolluğu anlamına geldi. Türkiye dâhil birçok yeni gelişmekte olan piyasalar bundan ciddi bir şekilde nemalandılar. Türkiye’de de muazzam bir döviz bolluğu vardı. Çok ucuz kredi maliyetlerinde uluslararası piyasalardan şirketlerimiz, bankalarımız, devletimiz ciddi anlamda borçlandı. Türkiye 2012- 2014 arasını muazzam bir cari işlemler açığıyla ve onun yarattığı saman alevi büyüme coşkusuyla geçti. Kriz ötelenmiş oldu. Bunun neticesinde arz fazlası ve yaratılan likidite bolluğu sonrasında artık finansal getiri oranlarının düşmeye başlamasını gördük çok doğal bir iktisadi bir prensip olarak. Şimdi şirketler, ülkeler, küresel sermaye, finans ve sanayi burjuvazisi artık karlılıklarını sürdürebilmek için finans kesiminin yarattığı getirilerin de giderek düştüğünü görüyorlar. Buradan ilk ani refleks ilk çıkış noktası doğal olarak daha riskli alanlara aynı 2008 öncesinde olduğu gibi eşik altı diye adlandırılan -subprime mortgage- vasıfsız hatta kanserojen ürünler diye dalga geçilen ürünlere yöneldiler.

Dünyanın ikilemi şu: üretimden elde edilen gelirler düşük, finansaldan getiriler düşüyor daha düzensiz alanlara doğru sermaye akıyor. Daha riskli finansal alanlara yönelinmekte. Bu durum 2008 öncesi koşullarını bize yaratma tehdidi var. IMF’nin raporu bu tehdidin altını çiziyor. Bu tehdit “2009’ı yeniden yaşayabilir miyiz”den daha büyük bir tehdit. Çünkü o zaman elimizde finansal genişleme olanağı vardı. Şimdi böyle bir olanak yok.

► Krize karşı çözüm denildiğinde, sistemin kendi çözümünden söz etmek mümkün mü?
Kapitalizm siyaseten bu tıkanmışlığı aşmak için hayali düşman yaratma stratejisi istiyor. Çünkü bu tıkanmışlığın sisteme karşı bir toplumsal mücadeleye direnişe dönüşmesinin engellenmesi lazım. Mesela, Amerika’da Meksikalı göçmenler düşmanı yaratılıp sınıra duvar yapıldı veya “Çin ticarette haksız kazançlar elde ediyor” denilerek, “Amerika’yı yeniden güçlü yapmalıyız" denilerek ticaret savaşları başlatıldı. İngiltere’de Brexit, Türkiye’de işte faiz lobisi; kürt teröristler; sürekli bir gençler, laikler, aydınlar… veya sürekli bir “iktisadi terör uygulanıyor” hayali düşmanlığı, Macaristan’da, Hindistan’da yine ırkçılık giderek yaygınlaşıyor. En son da biliyorsunuz Şili’de sağ muhafazakâr Başkan Pinera’nın kemer sıkma politikaları ekonomiyi canlandırmak şöyle dursun, ekonomideki durgunluğu daha da derinleştirdiği noktada metro fiyatlarına yaptığı zam ülke çapında protestolara neden oldu.

Tabii Şili’de bir mücadele geleneği de var. Kazanılmış hakların elinden alınmasının hayat standardını nasıl gerilettiğini birebir yaşadı Şili halkı. Neoliberalizmle birlikte gelirlerin nasıl geriletildiği, nasıl acıttığı konusunda birebir bir deneyimleri var. 1971’den itibaren neoliberal bir laboratuvara dönüştürüldü Şili toplumsal sistemi. Ve sorun elbette orada metrodaki yüzde 3 fiyat artışı değildi. Zaten zamlar geri çekildi. Pinera özür diledi; hatta yeni sosyal yardım paketlerini devreye sokacağını ilan etti. Bu sosyal yardım paketinin aslında sadece bir göz boyama olduğunu halk biliyor. Neoliberalizmin esnekleştirme, iş gücü piyasalarını kuralsızlaştırma, kamunun yönlendiriciliğini kaldırıp özelleştirmeler yoluyla rant yaratmanın ana kurgusunun değişmeyeceği çok açık. Kemer sıkmaya dayalı devletin rolü küçük olsun piyasalar rant yaratmaya devam etsin ve dış borçlanmaya dayalı büyüme stratejisi neoliberalizmin özünü oluşturuyor.

► 2008 Krizi sonrasında bu tür direniş dalgalarına zaman zaman şahit oluyoruz. Bu dalgalar zaman içinde geri çekilse dahi, sistem bu tepkileri ortadan kaldıramıyor ve başka bir yerde yeniden gündeme geliyor. Kapitalist sistem kendi sonuna doğru ilerliyor diyebilir miyiz?
Geleceğe yönelik tasarım ve projeksiyon yapmak çok çok güç. Toplumsal olaylar, hiçbir zaman toplumsal dönüşümler en devrimci grupların önceden toplanıp mükemmel kusursuz bir plan yapıp, sonra o kusursuz planı harfiyen uygulamaları sonucunda gerçekleşmedi. En ufak bir kıvılcım ummadığınız devrimler yaratıyor. Bolşevik Devrimi de böyleydi, Küba İhtilali de böyle oldu. Fakat şu tespiti yapmak mümkün çok gerçekçi olarak: Dünya hızla 1913 öncesi koşullara dönüyor. Lenin emperyalizmi “can çekişen kapitalizm” olarak tanımlıyordu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde klasik emperyalist sistem hem ucuz ham madde ve ucuz iş gücü sömürüsüne dayanıyordu hem de o bölgeleri bir tüketim sepeti, tüketim havuzu olarak kullanıp metropollerin ürettikleri ihraç fazlası ürünleri oralara aktarmayı tasarlıyordu. Fakat emperyalistler arasındaki paylaşım bir yerde gezegenimizin sınırlarına ulaştığı noktada sömürgeciliğe dayalı sermaye birikimi tıkanmış oldu. Birinci dünya savaşı işte sömürgelerin yeniden paylaşımına dönüştü. Şimdi klasik anlamda sömürgecilik sistemi yok ama biraz evvel ifade ettiğimiz neoliberalizm var. Neoliberalizm ulus ötesi şirketlerin küresel anlamda örgütlendiği meta zincirine dayalı ticaret biçimi aracılığıyla ve uluslararası finans şirketlerinin bu sözünü ettiğimiz finans ürünleri yoluyla bütün dünyayı bir borçlandırıcı hale sokması, buradan gelen rant mekanizmalarıyla bir kumarhane masasına dönüşen kapitalizmin küresel sermayeye kaynak aktarmasıyla çalışan bir yeni emperyalist dünya var. Şimdi bu yeni emperyalizmin kaynaklarının tıkanmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla 1913 öncesine olan öykünme -koşullar mutlaka farklı ama- özünde gene sermayeye kaynak aktarma mekanizmalarının tıkanmasından geçiyor.

bilkent-universitesi-iibf-ogretim-uyesi-erinc-yeldan-devrimi-artik-ciddiye-almaliyiz-641980-1.

► Tabii burada alternatifler gündeme geliyor. Henüz sisteme karşı güçlü bir alternatif söz konusu olmasa da, hem kitle hareketleri hem de soldan arayışlar da gündeme geliyor. Bu noktada kapitalist sistemin krizine karşı alternatif bir program nerede aranmalı, temel noktaları ne olabilir?
Şimdi bu aşamalarda Avrupa sosyal demokrat hareketinin içine düştüğü ihanetin bütün dünyada tekrarlandığını görüyoruz. Türkiye’de de CHP’nin harekâta olur vermesiyle başlayan milliyetçi neredeyse ırkçılığa dayalı, Suriyeli göçmenlere düşmanlık, Kürt kökenli veya başka etnik kökenli vatandaşlara olan düşmanlık, giderek üniversitelere, aydınlara olan düşmanlık… Kapitalizm her yerde bir düşman yaratma derdinde. Milliyetçi, ırkçı refleks sağ milliyetçi örgütlerle sınırlı kalmayıp sosyal demokrat, Korkut hocanın deyimiyle “solumsu” hareketlere de sirayet ettiği noktada dünyada hakikaten ırkçılığa dayalı bir şiddetin ön plana çıktığını açık faşizmin giderek yükseldiğini gözlemekteyiz. Bu olgu gene toplum bilimleri dünyasının yeni icat ettiği popülizm yeni popülizm gibi daha yumuşak ifadelerle özünden saptırılıp kamufle edilmeye çalışılıyor. Ama özünde kapitalizmin bir sitem olarak tıkanmışlığını bir toplumsal muhalefete dönüşmesin endişesiyle beraber dünyayı bir açık faşizme sürüklemekte. Şimdi böyle bir dalga karşısında ilerici toplumcu kapitalist sistemi dönüştürmeyi, sosyalizmi kurmayı hedefleyen devrimci güçlerin stratejisi ne olmalı? Burada sadece ben kendi görüşlerimi şöyle ifade edebilirim. Ünlü Hindistanlı Marksist Prabhat Patnaik’in bir sözü var: “Devrimi artık ciddiye almalıyız” diye. Kapitalizmi dönüştürecek olan adımlar kendiliğinden oluşmayacak. Bunun için sistem içi veya sistem dışı bütün alternatif önerileri teker teker masanın üzerine koymamız gerekiyor. Bugün kapitalizm reel üretim dünyasındaki tıkanıklığını finansallaşma üzerinden aşmaya çalışıyorsa finansallaşmanın dizginlenmesi, yeniden kurala bağlı olarak reel ekonominin hizmetine sunulacak şekilde yeniden yapılandırması çok önemli bir ilk öneri olarak duruyor. Bu son derece mütevazi, finansal işlem vergisi olabilir; ulus ötesi şirketlerin uluslar ötesi nitelikteki bilançolarının denetlenmesi vergilendirilmesi söz konusu olabilir. Yabancı sermayeye peş peşe sunulan “imtiyazların” kaldırılıp bu şirketlerin küresel biçimde mali disiplin, mali denetim altına alınması öngörülebilir. Şimdi bütün bunlar sistem içi gibi gözükebilir fakat diğer taraftan bunu bir sistemin kendi tıkanmışlığını çürümüşlüğünü göz önüne sokmak için iyi bir araç. Kapitalizmin bundan sonraki kendini yeniden üretebileceği tek koşul açık faşizm. Sistem içi çözüm önerilerine bile tahammülü yok. Bu olguyu göstermek bakımından bu politika önerilerinin de önemli olduğunu düşünüyorum.

Ama ilk elde karşılaşmamız gereken bir gerçek var emekçi halkların emeğiyle çalışan insanların gençlerin kadınların eğitilmiş insanların yarınlarından geleceklerinden büyük bir umutsuzluk içine sürüklendiği bir dünyadayız. Buna cinsiyet ayrımcılığına dayalı ataerkil şiddet; geleneksel aile toplumlarının baskıcı ortamları, öbür tarafta iklim krizine giden sürecin bize aktardığı tehditler ile birleştirildiği vakit kapitalizmle mücadelenin yanında insanlarımızın gelecek nesillerin umutsuzluğunu bertaraf edecek onların umutlarını yeşertecek şeyler de söylememiz gerekiyor. Sokaklara barikatlar kurmamız gerekiyor iktisadi toplumsal öneriler bakımından. Bu barikatların başında kemer sıkma politikalarına kesinlikle dur denmesi yatıyor. Krizin sonuçlarının emeğiyle geçinen insanlara ve gelecek nesillere yıkılmasını engellemek için bu maliyetlerin sermaye sınıfları tarafından paylaşılmasını sağlayacak politika önerilerini geliştirmek durumundayız.

***

İşsizlik de yoksulluk da giderek artıyor

► Küresel kapitalizmin yaşadığı bu durgunluğun bir de istihdam yaratamama dolayısıyla direkt hane halkına yansıyan bir boyutu da var. Yayımlanan istatistiklerin tamamında işsizliğin giderek arttığı görülüyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sabit sermaye yatırımlarında Türkiye’de yaşanan gerileme dünyayla karşılaştırıldığında çok daha ciddi bir durumda. Emek cephesini ilgilendiren, doğrudan emekçinin masasındaki ekmeği ilgilendiren boyutun altını çizmek istiyorum. Sabit sermaye yatırımlarındaki bu gerileme üretkenlikteki gerilemeyle beraber reel ücretlerin sürekli baskılandırılmasına dayalı bir mali politika anlamına geliyor ve reel ücretler geriletiliyor. Bunun izdüşümü iş gücü piyasalarındaki olağanüstü bir tahribat oluyor. Rakamları hatırlayacak olursak:

Son 1 yılda 1 milyon yeni işsiz var ve toplam açık işsiz sayısı 4.5 milyon ulaştı. TÜİK’in tanımına göre son 1 ay içerisinde iş arama kanallarından en az bir tanesini kullanmış ve 1 hafta içerisinde önerilen iş ne olursa olsun iş başı yapmaya hazır insan demek açık işsiz. 4.5 milyon bu şekilde tanımlanan insan iş bulamıyor demek. Bu bakın ne kadar dar bir kavram. Örneğin: Üniversiteden elektronik mühendisliğinden mezunsunuz, iş arıyorsunuz, aşağıdaki Mado’da size ampulleri değiştirmeye saat başı 10 lira ücrette iş önerildi ve siz bunu kabul etmediniz o zaman siz açık işsiz değilsiniz demek oluyor. Çünkü 1 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır değilsiniz. Veya son 1 ay içinde umudu kırılmış, evde oturuyor ama herhangi bir iş önerildiği vakit iş başı yapmaya hazır bir kitle de var. Buna gizli işsizlik diyoruz. DİSK araştırma dairesi bunu özellikle takip ediyor. Buranın TUİK verilerinden derlediği rakamlar bu tür işsizliğin artık yüzde 20’ye dayandığını ortaya koyuyor.

Son 1 sene içerisinde 700 bin kişilik bir istihdam kaybı olduğunu da görüyoruz. Sadece iş arayıp iş bulamayanların artışı değil aynı zamanda mutlak anlamda istihdam edilenlerin sayısında da bir düşme var. Bunun kabaca 500 bini inşaat sektöründeki kayıplar. Sanayide çalışanlarda 100 bin kişi azalmış durumda. Hizmetlerde de 50 bin kişilik bir azalma var. Yani tarım dışı sektörlerde 650 bin civarında bir istihdam kaybı, daha az çalışan var. Bunun başka veçheleri de var. Şimdi bir eğitilmiş iş gücü bir de kadın erkek açısından baktığınız vakit işsizlik olgusunun altında yatan Türkiye için tehlikeli unsurları da görüyoruz. Örneğin yükseköğretim görmüş insanların işsizlik oranı yüzde 14. Fakat bu oran dengeli dağılmıyor. Kadınlarda bu oran yüzde 20, erkekler yüzde 10. Yükseköğrenim görmüş kadın iş gücü üzerinde işsizlik baskısı çok daha şiddetli. Geriye doğru gittiğimizde lise mezunlarında işsizlik oranı kadınlarda yüzde 26 erkeklerde yüzde 11. Ancak lise altı eğitim, okuryazar olmayan kesime geldiğiniz vakit kadınlar ve erkekler dengeleniyor. Eğitim seviyesi yükseldikçe cam tavanların bunların baskısının kadınlar üzerinde çok daha şiddetli olduğunu görüyoruz. OECD ülkeleri arasında cinsiyete dayalı iş gücü olanakları ve çok doğal olarak bunların ücrete yansımasında en kötü performansın Türkiye’de olduğunu görüyoruz. OECD’nin çalışması Türkiye’de kadın ve erkek arasında yüzde 13’lük eşit işe eşitsiz ücret farkı olduğunu gösteriyordu.