‘Kapıların açtık’ söyleminin ardından binlerce Suriyelinin Avrupa'ya gitme umudu Yunanistan sınırında insanlık dramına dönüştü. Akademisyen Didem Danış yaşanan krize dair artık bir arada yaşamanın formülleri üzerinde düşünmemiz gerektiğine dikkat çekiyor

Bir arada yaşamın formülü bulunmalı

MEHMET EMİN KURNAZ

Suriye'deki savaşın kritik noktası İdlib'de yaşanan gerilimin ardından Türkiye, Batı'ya karşı koz olarak kullandığı mültecilere sınır kapılarını açtı. Edirne'den Avrupa'ya geçmek isteyen binlerce mülteci, Yunanistan'ın sert müdahalesine maruz kalırken, yaşananlar sınır hattında bir insanlık dramını beraberinde getirdi. Bu haftaki söyleşimize konuk olan Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi ve GAR Göç Araştırmaları Derneği kurucularından Didem Danış ile Suriyelilerin durumunu, iktidarın tutumunu, Batı'nın tavrını ve mülteci krizinin çözüm yollarını konuştuk. Mültecilerin, devletlerarası siyasette araçsallaştırıldığını, bir siyasi koza dönüştüğünü söyleyen Danış, Türkiye'nin Suriye'ye ilişkin planlarının tutmadığını vurguluyor. Danış ayrıca, Suriyelilerin büyük çoğunluğunun bu topraklarda yaşamaya devam edeceğini, bir arada yaşamanın formüllerinin bulunması gerektiğine işaret ediyor.

>>Hükümet, Suriye'deki savaşa en başından beri müdahil oldu. İdlib gerilimi üzerine Batı'ya karşı koz olarak tuttukları mültecilere kapıları açtılar. Bu fiili durumun uluslararası hukukta bir karşılığı var mı?

Uluslararası hukuk açısından kapıyı dışarıya açmak gibi bir durum söz konusu olamaz, zaten o ifadelerini daha sonra düzelttiler: “Artık mültecileri tutabilecek durumda değiliz” dediler. Bu çok önemli çünkü uluslararası alanda devletlerin karşılıklı sorumlukları var. Nasıl sınırlarına giren kişileri kontrol ediyorlarsa sınırdan çıkan kişileri de kontrol etmeleri gerekiyor. Dolayısıyla kapıları açmak içeri giren için yapılabilecek bir şey.

SOYLU'NUN AÇIKLADIĞI RAKAMLAR ABARTILI

>>Süleyman Soylu'nun sınırda ya da sınırı geçen sığınmacı sayısı olarak küsuratına dek verdiği 140 binli rakamlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu sayının abartıldığını düşünüyorum. Zaten sahadan gözlemlerini aktaranların anlattığı kadarıyla orada 20-30 bin kişilik bir yığılmanın olduğu söyleniyor. Yunan kaynakları da oradaki gruptan on bin kadar kişinin karşıya geçebildiğini, ancak onların da büyük kısmının geri gönderildiğini belirtiyorlar. Burada gerçekten insan hakları açısından korkunç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerek. İnsanların ping pong topu gibi oradan oraya iteklendiği bir durum söz konusu. Sınırdaki görüntüler günümüz dünyasının sefaleti. Bugünü anlamak için hikayenin en başına dönersek, Türkiye Esad'ın kısa bir sürede yıkılacağını, rejimin çökeceğini düşündü. Esad sonrası kurulacak yeni Suriye'de söz sahibi olabilmek için de Suriye'den gelenlere kucak açmayı tercih etti. Davutoğlu'nun 2013’te mülteciler konusunda 'kırmızı çizgimiz aşıldı’ açıklaması vardı. O sırada Türkiye’de 600 bin Suriyeli bulunuyordu; bu sayı daha sonra hızlı biçimde arttı. Bugün küresel dünyanın en büyük kaybedenleri olarak adlandırabileceğimiz mültecilerin, devletlerarası siyasette araçsallaştırıldığını, bir siyasi koza dönüştüğünü söylemek mümkün.

>>Suriye’de bir güvenli bölge kurulmasına dair girişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Suriyeliler gelmeye başladığından beri Suriye'nin kuzeyinde bir güvenli bölgenin kurulması gündeme geldi. Türkiye açısından burada ikili bir amaç vardı. Hem mülteci yükünü bu tampon bölgede tutmak, hem de Suriye topraklarında bir siyasi alan kazanabilmek. Fakat AB ve ABD bu fikri desteklemedi. Bu son İdlib kriziyle beraber yeniden bir mülteci girişi olması hem içerideki tepkiyi daha da arttıracak, hem de kurumsal kapasiteyi zorlayacaktı. Bu kaygılarla Türkiye, Avrupa devletlerini sorumluluk paylaşımına dahil etmek için ve belki de Suriye’de bir güvenli bölge inşasına destek olmaları için bu yola gitti. Ama maalesef sonuç insanlık dışı bir tablo oldu.

AB, İNSAN HAKLARINA AYKIRI DAVRANIYOR

>>Hükümet mültecilere ilişkin Avrupa'dan beklediği tepkiyi alamadı. Yunanistan çok sert önlemler aldı. Avrupa'nın tutumunu nasıl okumak gerekir?

Avrupa'nın tavrı insan haklarına tamamen aykırı bir tavır. Hem AB hukukuna, hem de kendi hukuklarına aykırı. Geçtiğimiz günlerde Yunanistan bir aylığına sığınma hakkını kaldırıyorum dedi. Böyle bir şey söz konusu olamaz. İnsanların sığınma başvurusu yapma hakkı vardır, devletlerin de bu başvuruları değerlendirip reddetme hakkı vardır. Başvuruları almayacağız demek AB hukukuna da, Yunanistan'ın imzaladığı insan hakları metinlerine de aykırı. Burada AB'nin net biçimde iki yüzlü olarak kendi çıkarlarını önceleyen politikasını görüyoruz. AB'de merkez sağ ve sol hızla eriyor. İçinde debelendikleri ekonomik krize karşı söz üretemiyorlar. Göçmen karşıtı söylemden beslenerek yükselen aşırı sağ karşısında, merkez partiler yeni göçmen geçişini engellemeliyiz diyorlar. AB'nin son olaylarda Yunanistan'a verdiği desteğin arka planında bu motivasyon yatıyor.

Yunanistan da AB'nin iç tampon bölgesi. Özellikle adalarda yerli halkın tahammül sınırı aşılmış durumda. 2008'den beri devam eden ekonomik kriz var. Bu kriz Altın Şafak gibi partilerin yükselişi için ortam hazırlıyor. Yunan hükümeti de yeni bir göçe karşı toplumsal tepkiyi yönetememekten korkuyor. Göçmen karşıtı bu havaya rağmen, Yunanistan'da geçtiğimiz günlerde göçmen yanlısı önemli bir eylem de yapıldı. Ama maalesef bu tür girişimler toplumdaki yaygın yabancı düşmanlığı karşısında kısmi kalıyor.

>>Bazı AB ülkeleri sınırdaki belli sayıda çocuğu alabileceklerini söyledi. Aileleri olmadan bu nasıl gerçekleşecek? Buradaki amaç nedir?

Çocuk meselesi çok karmaşık bir konu; bilgi sahibi değilim. Ama Avrupa'nın göç politikasının demografik yapıyla ilgisini de göz ardı etmemek lazım. Bugün AB ülkelerinde doğurganlık çok düşük, nüfus hızla yaşlanıyor. Tam da bu noktada, mülteci nüfus çalışmaya istekli bir grup olarak çok önemli bir demografik boşluğu dolduruyor. Örneğin Almanya geçtiğimiz ay yüksek nitelikli göçmenlerin kabulünü kolaylaştıracak yeni bir yasa kabul etti. Demografik yaşlanmayı telafi etmek üzere kendi ihtiyaçlarına göre seçtiği genç bir göçmen kitlesi almak istiyor.

MÜLTECİ KARŞITLIĞI ENDİŞE VERİCİ

>>Göçmen karşıtlığı bir popülist politika malzemesi olarak gerek Avrupa'da bilhassa son dönem Türkiye'de kullanıldı. Irkçı saldırılar ve linç girişimleri düşünülünce Suriyeliler toplumun 'ötekileri’ haline getiriliyor. Bunun önüne nasıl geçilebilir?

Göçmenlere karşı ciddi saldırılar oldu. Bunu kabul edelim. Ancak diğer taraftan Avrupa'daki göçmen karşıtı nefretin boyutları düşünülünce Türkiye toplumun göreceli olarak daha iyi bir sınav verdiğini söyleyebiliriz. Bu söylediğim tepki çekebilir ama karşılaştırmalı olarak söylüyorum. Bu durumun bazı sebepleri var: Sürecin en başında Suriyelilere misafir denmesi dolayısıyla bu durumun geçici olduğuna yönelik kuvvetli bir kanı söz konusuydu. Din kardeşimiz, mazlum komşumuz gibi birtakım söylemler söz konusuydu. Ancak özellikle 2016 Mart ayında Avrupa ile varılan mutabakat sonucunda bu geçiciliğin aslında kalıcı olduğu önce devlet yetkilileri sonra da toplumun geniş kesimlerince anlaşılmaya başlandı. Asıl zorluklar da bundan sonra çıktı. Bu nüfusu eğitimden sağlığa, gündelik yaşama kadar her alanda bir şekilde sisteme entegre etmek gerekiyor. Türkiye’nin en büyük ikinci azınlık grubu olmaya namzet bu nüfusla nasıl bir arada yaşayacağımıza dair doğru ve açık bir politika izlenmesi gerekiyor. Buradaki temel sorunlardan biri hükümetin şeffaf politikalar üretmemesi. Bir yandan misafir söylemi devam ettiriliyor, öte yandan kalıcı entegrayona yönelik uygulamalar sürdürülüyor. Bu örtük entegrasyon politikasına toplumu hazırlamadığınızda tepkileri kontrol etmek de kolay olmuyor. Tahammül zayıfladıkça toplumun özellikle daha genç, yoksul ve eğitim seviyesi düşük kesimlerinde tepkinin şiddet olaylarına dönüştüğünü gördük. Örneğin İkitelli'de Adana'da, Samsun'da Urfa'da mültecilere yönelik saldırılar oldu. Bu tepkiler, şimdiye dek kolluk kuvvetleri tarafından oldukça sert biçimde bastırıldı. Ancak artık toplumda mülteci karşıtlığının sessiz ama endişe verici boyutlara ulaştığını düşünüyorum.

Suriyeli mültecilerin önemli bir kesimi bu topraklarda yaşamaya devam edecek. Bu nüfusun belki çok küçük bir bölümü geri dönecek. Ama zaten dönecekleri bir ülke yok. Maalesef Suriye’nin toparlanması çok uzun sürecek. İkincisi çok uzun zamandır Türkiye'deler. Artık burada doğmuş büyümüş Türkçeyi Arapçadan daha iyi öğrenmiş bir kuşak var. Bu kesim gitmek istemeyecektir. Son olarak, Avrupa'ya gitme imkanlarının olmadığını da bu son haftalarda net olarak gördük. Dolayısıyla bir arada yaşamı savunmanın yollarını bulmak zorundayız. Burada en büyük görev hükümete düşüyor. Hükümet nasıl bir yol izleyeceğini net bir biçimde belirleyip toplumla paylaşmalı. Toplumda ciddi bir tepki var, bunun bir kısmı da şeffaf politikalar uygulanmaması ve kamuoyunun aydınlatılmaması ile ilgili.

>>'Güvenli bölge, tampon bölge' meselesine dönersek, böyle bir alan inşa edip buraya mültecileri göndermekten bahsettiler. Yapabilirler mi?

Güvenli bölgeyle ilgili yanlış bir yönlendirme olduğunu düşünüyorum. O bölgenin Türkiye'den dönecekler için değil, İdlib'deki çatışmalardan kaçan rejim karşıtı güçlerin barındırılacağı bir ara bölge olarak ortaya atıldığı da bir-arada-yasamin-formulu-bulunmali-701447-1.söyleniyor. Daha önce 1991'de, ABD, Britanya ve Fransa hava kuvvetlerinin girişimiyle Irak'ta 36. Paralelinin kuzeyinde uçuşa yasaklı bölge yaratıldı. Burası Saddam Hüseyin ordusunun saldırılarına karşı korunaklı bir bölge oldu. Buranın güvenliğini 1992-2003 arası Amerikan ordusu üstlendi. Bugün Türkiye'nin talep ettiği Suriye’de bir güvenli bölge kurulması fikrini Batı ülkeleri desteklemiyor. BM'den veya uluslararası topluluktan destek çıkmadığı sürece, Suriye’de ancak ‘de facto’ bir bölge inşa edebiliriz. Ancak o zaman da karşımıza üç büyük sorun çıkar: İlki bu girişimin uluslararası meşruiyeti, ikincisi buranın güvenliğini kim sağlayacak sorusu. Ve son olarak oradaki düzen nasıl ve hangi kaynaklarla inşa edilecek sorusu. Tüm bunlar çok masraflı işler. Böyle bir girişim olursa güvenlik, barınma, sağlık, eğitim gibi hizmetlerin hangi kaynakla sağlanacağı belirsiz. Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde Merkel’le yaptığı pazarlığı anlattığı sözler de bununla ilgili sanırım. Böyle bir işin dış destek olmadan imkansız olduğunu düşünüyorum, ama buna onay almak da kolay değil. Erdoğan geçtiğimiz günlerde Brüksel'e gitti, orada mülteciler konusunda yine net bir sonuç ortaya çıkmadı. İşin bir de siyasi yanı var tabi. İç kamuoyunu teskin etmek açısından ‘mültecileri göndermeyi vaat ettiğiniz bir tampon bölge’ söylemi kullanışlı bir siyasi araç.

ARADIĞIMIZ 'UCUZ İŞ GÜCÜ' DEDİLER

>>Bugün mültecilerin kayıt dışı çalıştırılmaları özellikle sermaye sınıfının işine gelen bir fiili durum oluşturmadı mı?

Kesinlikle, öyle. Ucuz iş gücüne dayalı bir ekonomik sistemimiz var. Özellikle tekstil bu konuda başı çekiyor. Türkiye toplumu değişiyor ve yerli nüfus artık tekstil atölyelerindeki ağır koşullarda çalışmak istemiyor. Dolayısıyla sermaye açısından bir ucuz iş gücü açığı var. Mülteciler tam da Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu ucuz, sömürülebilir güvencesiz koşulları kabul etmeye hazır bir işgücü oluşturuyor. Bunun da arkasında yine bir küresel eşitsizlik durumu söz konusu. Mesela Afganistan'da bir öğretmenin maaşı aylık 50 dolarken, burada çok ağır koşullarda, çok uzun saatler sigortasız olarak çalışarak 1500-2000 bin lira kazanıyor. Ne kadar ağır sömürü koşulları olsa da, bu sayede geride kalan ailesine 50-60 dolar gönderme imkanı oluyor. Bu küresel adaletsizlik Türkiye’deki işverenlerin ekmeğine yağ sürüyor. Yaptığım bir araştırma sırasında pek çok atölye sahibi “Suriyeliler tam da ihtiyacımız olan zamanda bize can suyu oldular” dedi. Aynı avantajlı durum, kiraların yükselmesinden memnun olan mülk sahipleri için de geçerli.

‘MÜLTECİ’ DEMEYİ TERCİH EDİYORUZ

>>Kamuoyunda kavram karmaşası var. Mülteci, sığınmacı, göçmen gibi birtakım kavramların hangi kriterlere göre belirlendiği hakkında bilgi verir misiniz?

Küresel dünyada insanlar çok daha fazla hareket halinde. Başka bir ülkeye gidildiğinde sahip olunan yasal statüler de birbirinden farklı oluyor. Türkiye özelinde baktığımızda, birkaç farklı kategori görüyoruz. Kendi ülkelerindeki baskı ve zulümden kaçarak Türkiye’ye gelen ve burada uluslararası koruma talebinde bulunan sığınmacılar var. Bu talep Türkiye’de Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından değerlendiriliyor. Kabul görürse o kişiler mülteci statüsü alıyor. Ama bizim ülkemize özel bir durum var. Türkiye, 1951 yılında bu alandaki en temel metin olan Cenevre Sözleşmesi’ni imzaladı. Fakat bir coğrafi bir kısıtlamayla imzaladı. Yani Avrupa dışından gelen kişiler Türkiye’de hiç bir zaman mülteci statüsü kazanamıyorlar, ancak başka bir üçüncü ülkeye mülteci olarak yerleşebiliyorlar. Bu durumda Asya ve Afrika’daki çatışmalardan kaçarak gelenler Türkiye’de hiç bir zaman mülteci olamazlar ama sığınma başvurusunda bulunurlar. Dosyaları incelenene kadar da geçici olarak bir koruma kazanabilirler.

Türkiye’de 2011 sonrası Suriye’den gelenler en kalabalık sığınmacı grubu. Bugün Türkiye’de resmi rakamlara göre 3. 6 milyon Suriyeli var. Türkiye, 2014 Ekim ayında Suriye’den gelen kişilere geçici koruma statüsü verme kararı aldı. Bu sayede, Afgan, İranlı ve benzeri diğer milletlerden farklı olarak Türkiye’de Suriyeliler yasal bir statüye sahipler. Bu statünün kısmi ve geçici olmasından dolayı yetersiz olduğunu söylesek de, diğer sığınmacılara nazaran burada eğitim, sağlık gibi hizmetlerden yararlanabilmeleri açısından çok önemli.

Bir diğer grup Türkiye’ye eğitim, çalışma ya da ikamet amacıyla gelen yabancılar. Türkiye’de ikamet sahibi yabancıların sayısı bir milyonu aşmışken, çalışma izni olanlar 100 bin kişi kadar. Yani Türkiye’de çalışan yabancıların çok büyük bir kesimi kayıt dışı çalışıyor. Bir de tamamen kayıtsız göçmenler var. Bunlar arasında Türkiye’ye yasal olmayan yollarla girenler olduğu gibi, pasaport ve vizeyle girip bir süre sonra vize süresini aştığı için kayıtsız konuma düşmüş kişiler de var. Düzensiz göçmen dediğimiz bu grubun yasal statüsü olmadığı için sağlık, eğitim başta olmak üzere hiçbir hakka erişimleri yok. Bu kategori içinde muhtemelen en kalabalık grup Afganlar.

Tüm bu hukuki tanımların ötesinde, yasal olarak mülteci statüsü alamasalar da, bu kişilerin baskı ve zulümden kaçtığını, yani bunun zorunlu bir göç olduğunu unutmamak lazım. Bu yüzden, benim gibi pek çok araştırmacı başta Suriyeliler olmak üzere bu kişilere mülteci demeyi tercih ediyor.