ÇİLER DURSUN – Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Bir ağıtı nasıl yazabilirsiniz? Bir çığlığı nasıl atarsınız klavye tuşlarıyla? Peki ya bir kahkahanın büyüsünü zaman tünelinden çekip şu ana taşıyabilir misiniz? Yakaladığı düşüncesinin heyecanıyla ışıldayan gözleri gösterebilir misiniz bugün artık çoğunluğu düşünmekten, düşündüğünü söylemekten korkan idare-i maslahatçı memleket akademisine? Bunları ve dahası yapamayacağıma göre ben neden yazıyorum? […]

Bir Bahtiyar Yücel Dursun hakikati

ÇİLER DURSUN – Prof. Dr., Ankara Üniversitesi

Bir ağıtı nasıl yazabilirsiniz? Bir çığlığı nasıl atarsınız klavye tuşlarıyla? Peki ya bir kahkahanın büyüsünü zaman tünelinden çekip şu ana taşıyabilir misiniz? Yakaladığı düşüncesinin heyecanıyla ışıldayan gözleri gösterebilir misiniz bugün artık çoğunluğu düşünmekten, düşündüğünü söylemekten korkan idare-i maslahatçı memleket akademisine? Bunları ve dahası yapamayacağıma göre ben neden yazıyorum? Çünkü sen, Bahtiyar Yücel Dursun, “Daima söz uçar yazı kalıcıdır, yazarak üretmeliyiz ki düşüncenin tarihsel toplumsal gelişimine bir şey katabilelim” dediğin için yazıyorum. Düşüncenin kolektif akışına kattığın kocaman damlalar olduğunu bilmeliler. “Çorba parasına felsefe yapıyoruz” diyerek işine ve kendisine kaybettiği özsaygısını açığa vuran intihalciler bilsin diye değil elbette. “Akışın tersine gidiyorsun, dikkat et” diyerek, seni kendi kabilelerine katmak amacıyla kurumsal iktidarlarını Demokles’in kılıcı gibi sallandırıp durmuş olanlar utansın diye de değil. Hele felsefe alanın memleketteki etik şampiyonluğunu yaparken bir yandan da “çok dik başlısın, kişiliğini değiştirmen gerek” diyerek muktedirliğinin en etik dışı duruşunu sergilemekte beis görmeyenler anlasın diye hiç değil! Yazıyorum. Çünkü bu kurulu düzenin vasatlarını şanlı, gaddarlarını medeni, kabilecilerini muktedir kılan çarkına rağmen sen nasıl oldu da yoluna devam ettin biraz fark edilsin diye… Belki senin Türkiye üniversitelerinde akademinin geçerli vahşi kurallarına rağmen, insancıllığın ile geliştirdiğin düşüncelerinin özgünlüğü ile var olma tarzının hakikatini kimsesiz bırakmamak için yazıyorum.

Bahtiyar Yücel Dursun, bilgisayar mühendisliğinden lisans derecesini alıp on yıl yazılım mühendisliği yaptıktan sonra ODTÜ Felsefe ve Hacettepe Felsefe bölümlerinin yüksek lisans programlarını aynı dönemde kazanarak felsefe alanına tam tekmil geçmiş, sağlam bir düşünür, filozoftur. Felsefeci demiyorum. Değildir, çünkü ne Hegel’den ne Spinoza’dan, ne de Kant’tan, Aristoteles’den ezberlediği cümlelerin satışını yapmıştır. Eskiçağ’dan 20. yüzyıla düşüncesiyle öne çıkmış her bir filozof, bugünün fizik ve metafizik bilgisi ile temel bilimler ve sosyal bilimlerdeki gelişmelerle birlikte yeniden ve yeniden düşünülmeyi hak ediyordur diyerek, kendisi de o düşüncelerin üzerine düşünürdü. Düşünmek zahmetli iştir, bilenler bilir. Hele ki hayatın dalgalı akışı, devinimi içinde ayakta durmaya çalışırken düşünceye zaman ayırmak, risklidir üstüne üstlük. Zahmetlidir; işini ezberlenmiş paragrafların aktarımını yapmakla sınırlı gören ve gemisini bununla âlâsından yürüten felsefecilerden, sosyal bilimcilerden geçilmezken memleket, sezgiyle, bilgiyle, yaşanmışlıklarla, okumakla, yazmakla yoğrulmanın bir âlemi var mıdır? Risklidir; hayatın kendisinden mesafelenmeyi göze almak, kuramcı olarak o akışa “bakarken” gecikmeli katılmayı yeğlemek, geri durmak, tenezzül etmemek çoklukla bu dünyadan “geçmişlik” gibi görülür, anlaşılamaz, yadırganır, düşman peydah ettirir durup durduk yerde. Çünkü hazzedilmez gerçek düşünce insanlarından; felsefecilere felsefi olan her şeyle çelişen kendi çelişkilerini ayna gibi geri yansıttıkları için. Büyük saygı da duyulur, bakın o kesin, herkes böyle olamaz ve böyle olamadığımızdandır zaten bu dünyanın bu düşkün hali biraz da, sanki…

Şimdi bunları yazdığımda çok uhrevi bir insandan söz ediyor da değilim elbette. Babası aydınlanmanın Türkiye’deki en önde giden ve yürekli neferlerinden Turan Dursun olunca, hayatta, hayatla, devletlularla, sağ ve sol çevrelerden düşünceye düşmanlarla mücadelenin en ortasında ayakta kalabilmeyi de lâyıkıyla başarmıştır Bahtiyar Yücel Dursun. Düşünceye tahammülsüz karanlıkta yaktığı ışık ise, tamamen kendine özgüydü. Elli yıllık ömrüne sığdırdığı Oyunun Ontolojisi, İki Kere Düşün, Felsefe ve Matematikte Analitik Sentetik Ayrımı kitaplarını okuyanlar, ne demeye çalıştığımı fark edeceklerdir. Özgünlük, bomboş bir sözcük değildir elbette onunla birlikte andığımda. Kant’ın, Hegel’in, Derrida’nın, Heidegger’in eserlerinden uygun yerleri kesip yapıştırıp makale niyetine dergilere göndermekten ar etmeyen, bildiri niyetine sırf “sosyal faaliyet” olarak kongrelerde geviş getirmekten usanmayan felsefeci takımı için gezegenler kadar uzak bir kavram özgünlük. Yücel Dursun için ise ekmek kadar elzem, su kadar hayati bir varolma tarzıydı. Nefesiydi.

Hep kendine ait bir çalışma, okuma ve yazma gündemi olurdu. İngilizce, Almanca, Fransızca ve eski Latince dillerini bilirdi. Bazen kongreler, tematik çağrılı dergiler için bir katkı yapması istenirdi. Üzerinde çalıştığı bir yazısı varsa, asla bölmezdi çalışmasını, katılmazdı. “Şimdi buraya gidip ne anlatayım ki, elimde kendi işim/meselem var; o istenen konu için ayrıca zaman ayırıp özgün bir şey sunmam lazım” der ve kaçınırdı fabrikasyon işlerden. Üretmeye, yazmaya, bilimler ve disiplinler arasılığa müthiş bağlıydı. Çok güçlü bir matematik bilgisi de vardı ve en çetrefilli teoremleri su gibi anlatırdı. Kongrelerden sempozyumlardan çok, akademi ve akademi dışı insanlardan, alanlarının uzmanlarından karma biçimde oluşan düşünce çevrelerinin toplantı ve buluşmalarında yer almayı önemserdi. Derinlemesine fikir tartışmalarının yapıldığı, disiplinler arası uzmanların katıldığı bu mütevazı toplantılardan keyif alırdı. Uzun zamandır üzerinde çalıştığı bir kitabı vardı. Bu yaz tamamlayarak “master piece”ini ortaya koyacaktı. Olmadı. Ama ışığı daim, sesi gür olacak her okunduğunda.

Tanıyanlar mesleğinde akademik standartlarını üniversiter ayak oyunlarına ve yerleşik niteliksizleştirme eğilimlerine rağmen son derece yüksekte tutan bir hocadan söz edebilirler. Ya da uluslararası akademik iş bölümüne ve hiyerarşiye rağmen, entelektüel donanımıyla yerel bağlamının sınırlarını zaten aşmış ve mütevazı bir düşünce insanından söz edebilirler. Öğrencileri, Yücel hocalarının kendilerine olan inancının ve emeğinin tanığı oldular. Çeyrek yüzyıla yakın bir süre benim için ise, yüreği güzel, ışığı parlak, cesur ve olağanüstü bir yol arkadaşıdır. Kıymetlimdir. Özgün düşünceleriyle, ilk ve belki de en fazla “endoktrine” ettiği öğrencisi olarak, iletişim felsefesi çerçevesinde hemen her yazdığımda bu endoktrinasyon nimetinden yararlandım.

Bu yazıyı okuyabilseydi muhtemelen ziyadesiyle dikenli ve sert bulup, bir de üstüne kahkaha atardı. Benim de cevabım aynen şu olurdu: Topraklarında tarih boyunca belirmiş bütün has aydınlarına, akla, bilime, bilene, okuyana, yazana, düşünene, üretene, çalışana ve emek verene sırtını dönmüşlüğünü marifet sayan bir toplumda, bu sert lakırdılar berhava olsa bile adresini bulacaktır canımın içi.