Onur Yaser Can’ın küçük kız kardeşi, Ezgi Sevgi Can, 22 yaşında anne ve babasının yanında başladığı bu adalet mücadelesinde önce bir, sonra bir daha eksildi.

Bir direniş yeter, bin ömrü yaşanır kılmaya
Fotoğraf: Arlin Çiçekçi

Arlin Çiçekçi

Okuyup sevdiğim, saydığım, çağdaş edebiyatın yüz akı yazarlarından Burhan Sönmez’in Masumlar adlı kitabında denk geldiğim ve o günden beri üzerine düşünmeden edemediğim bir söz var: “Bir ölüm yeter, bir ömrü perişan etmeye.” Bu denli etkilenmemin bir sebebi, Burhan Sönmez’in bu sözü; edebi bir şıklık olsun diye değil, gönlünün en samimi ve en yaralı köşesinden koparıp bize o masumiyetle aktardığını hissetmem. Bir diğer sebebi de Burhan Sönmez’e bunu söyleten çaresizliği, çoğumuz gibi yakından tanıyor olmam.


Kitap alıntıları üzerine yorum yaparken yazarın, bir sözü ne amaçla ettiğini tam anlamıyla bilmenin mümkün olmadığına inandığımdan ancak benim o sözden ne anladığımdan bahsedebilirim. Neticede yazar, ne anlattığından mesul olsa da okurların ne anlam çıkardığının mesuliyetinden muaf tutulmalıdır.

Yazarın, kâğıda mühür gibi vurduğu bu yoğun sözünü, kendi seviyemde sindirebileceğim kadar seyrelttiğimde bana düşündürdüğü şu oldu: Hesabı sorulmamış, adı konulmamış ve müsebbibinin bedel ödemediği her ölüm, ardında kalanların da “yaşamak” hakkını elinden alıyor. Kimi zaman bir ölüm bir ömrü, kimi zaman da bir ölüm binlerce ömrü perişan etmeye yetiyor. Bu bizim çok iyi bildiğimiz, önü alınamamış kederli bir döngü. Bu topraklardaki hesabı verilmemiş, müsebbiplerinin yüzlerini önlerine eğdiremeye yetecek kadar bile bedel ödemedikleri ölümleri ve katliamları toplasak buradan -o bizim olmayan- köylere yol olur. Binlerin ölümünde, binlerin perişanlığını görürüz. Binler çarpı binler… Bugünkü perişanlığımıza sebep aradığımızda belki de ilk bakmamız gereken istikamet.

Tarihsel kesişimi olmamış, birebir şahitlik etmediği katliamların bile perişanlığını süren kuşakları da hesaba katarsak, hemen hemen herkesin ömrü, başka başka “bir” ölümle başka başka şekillerde perişan olmuştur diyebiliriz. Ödenmeyen her bedel ise taraf gözetmeksizin, hepimize aynı oranda pay edilegelmiş. Camı kıran asıl suçlu ortaya çıkmadığında öğretmenin cezayı tüm sınıfa kesmesi gibi… Teneffüs yasak, herkese.

İşte bize pay edilen bu perişanlık, dönemsel çıkarlar gözetilerek korunan faillerin yarattığı o karanlıkta büyüdü. “Yaşamak” hakkımız, cezasızlığın kör kuyusuna atıldı.

Bin kadının ömrü perişan oldu, gece sokakta yalnız yürüdüğü için öldürülen bir kadının ardından ‘ama’sız hesap sorulamadığında.
Bin çocuk, sadece bir çocuğun ölümüyle daha küçücük yaşta uyandı, kimselere güvenmemek lazım geldiğine ve kötülüklerin cezasız kaldığına.
Bin delikanlı, yaşından daha eski bir katliamın cılız bilgisiyle anladı, hayatta kalmak istiyorsa kendi dilinde konuşmanın bile uygun bir yeri ve zamanı olduğunu.

Bin gazeteci, sustu söyleyeceklerini, bir faili meçhul haberiyle.

Bir ölüm, binlerce cumartesi, bin anneyi taşın soğuğunda yatırdı.

Bir ölümün ardından bin tedirgin güvercin havalandı…

Her defasında bir ölüm yetti, binlerce yaşamı yaşanılmaz kılmaya.

Adaletin şifalı taziyesiyle huzur bulamayan her ölüm, geride kalanlara perişanlık olarak taksim edildi. Bu kaçınılmazdı; oysa taraf gözetmeden, istisnasız hepimize reva görülen bu perişanlığımızdan ne yoğurduğumuzu seçmek ise hala bizim elimizde.

“Bir ölüm yetemesin bir ömrü perişan etmeye!” diyebilen bir direniş seçeneğimiz var. “Olmuşla ölmüşe çare yok” demenin öğretildiği bir kültürde, olmuşla ölmüşün hesabını sorma cesareti gerektirecek bir mukavemeti seçmek mümkün. Olacakların ve öleceklerin önünü alabilmek umudundan ve bu yolda yalnız olmadığını bilmenin güveninden beslenen bir mukavemet bu.

Burhan Sönmez’in, zihnimde yer eden cümlesini ete kemiğe büründürüp kendimce böyle görmemi sağlayansa 12 yıl önce polis işkencesi ve baskısıyla 28 yaşında intihara sürüklenmiş Onur Yaser Can’ın küçük kız kardeşi Ezgi Sevgi Can tarafından, 24 Kasım’da atılan bir tweetin son cümlesi oldu;
“…beni, bizi yalnız bırakmayın.”

O cümle, 22 yaşından beri “yaşamak” hakkı elinden alınmış, şu an 34 yaşındaki genç bir kadının, ona reva görülen perişanlıktan onurlu bir direniş yoğurma hikâyesiydi. Üstelik acımasızca eksiltilmesine rağmen “bir”lerden, ve “ben”lerden tertemiz bir “biz” yaratarak…

12 yıl önce, Onur Yaser Can’ın ölümünü haberlerde duymuş, ailesinin başlattığı adalet arayışını uzaktan da olsa izlemiş, üzülmüş, öfkelenmiş, belki de birçoğumuz gibi “Unutursak kalbimiz kurusun!” gibi, tekrarlandıkça içi boşalan o beylik laflardan birini bile etmiştim. Zaman geçti. Unuttum. Kalbim kurumadı. Ya da fark edemedim. Aradan iki yıl geçti, annesi Hatice Can’ın canına kıydığının haberini okuduk. Oğlunun polis işkencesiyle intihara sürüklendiğine, yaşam hakkının izansız tehdit ve baskı yoluyla elinden alındığına dair bunca şüphe, emare ve kanıt varken yargı makamlarının konuya hukukun gerektirdiği şekilde yaklaşmasını istemek dışında tutunduğu bir dalı, adaletin yerine gelmesi dışında bir umudu yoktu. Umudunu elinden aldılar, tutunduğu dalı el birliğiyle kırdılar. Onu, hesap verme gereği bile görmeyen pişkinlikleri ile pes ettirdiler. Aynılar hep aynı yerdeydi. Hatice Can da oğluyla aynı çıplak boşluğa düştü. Bir annenin avazı ne kadar çıkarsa o kadar bağırdı düşerken. Yine duydum. Yeniden hatırladım. Yine unuttum. Yıllar geçti. 2019’da Mevlüt Can’ın baba kalbi de dayanamadı dönemin çıkar gruplarının göstere göstere yaptıkları bunca kötülüğe. Mezarının başına gittiğinde “Senin için mücadele ettik. Sonunda adalet yerini buldu oğlum” diyememek illetinin elinde can verdi. Bir ölüm yetti, iki ömrü perişan etmeye.

Onur Yaser Can’ın küçük kız kardeşi, Ezgi Sevgi Can, 22 yaşında anne ve babasının yanında başladığı bu adalet mücadelesinde önce bir, sonra bir daha eksildi. Önünde koca bir yaşam varken, gençliğinin bu en verimli yıllarında neler neler yapabilecekken, gücünün büyük bir bölümünü bu mücadeleye ayırmak zorunda kaldı. Ve “bir” ölüm yetiyorken iki ömrü perişan etmeye o, kendisine reva görülen üç ölümlük dayanılmaz perişanlığını öfkeye, öfkesini de direnişe çeviren bir simyacı olduğunu gösterdi herkese.

“Ben”i “biz”e dönüştüren, bir ölümü bin ömre merhem etmeye davet eden simyacı şöyle diyordu çağrısında.

“2 Aralık 2022, saat 14:00’de Çağlayan Adliyesi 41. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, abim Onur Yaser Can’ı intihara sürükleyen işkenceci narkotik polislerinin yargılanmasının ikinci duruşması görülecek. Adalet için, barış için, işkencenin, cezasızlığın ve vicdansızlığın son bulduğu bir Türkiye için, herkesi bu davayı takibe çağırıyorum, beni, bizi yalnız bırakmayın!”

2 Aralık’taki duruşmada ilk defa yakından gördüm o simyacıyı.

O gün duruşma salonuna giderken niyetim; 12 yıldır adalet mücadelesi veren, bu uğurda gençliğinin neşesini, yeteneklerine adayabileceği enerjisini, yirmili yaşlarını, otuzlu yaşlarını ve “yaşamak” hakkını bedel olarak duruşma salonlarına sunan bir genç kadının, örgütlü kötülüğe karşı verdiği mücadelede, hiç değilse vasıfız bir +1 olarak yanında dikilmek, sadece o salonda kalabalık edebilmekti. Ama orada anladım ki Ezgi Sevgi Can’ın, o +1’e duyduğundan çok, benim o “biz”de yer almaya ihtiyacım varmış.

Duruşma süresince, 12 yılın özetini -üstelik yabancı bir +1 olarak- dinlemek bile isyan edip çileden çıkmaya yeter sebep sayılabilirdi. Oysa o sırada, çoğunluğun, ona ancak “perişan” olmayı yakıştırabileceği Ezgi Sevgi Can, taviz vermeden, teklemeden, sus payı olarak verilen eksik ve gecikmiş adaleti reddediyor ve elinde noktasına virgülüne kadar ezberlediği yıllanmış tutanaklardan, kayıtlardan, raporlardan verdiği örneklerle, yargı makamına bu davanın sadece evrakta sahtecilik değil, bir işkence davası olarak görülmesi gereğini açıklıyordu. Abisinden, annesinden, babasından esirgenen adaletin peşini asla bırakmayacağını, hem yargının hem de karşısındaki örgütlü kötülüğün gözlerinin içine bakarak ilan ediyordu. Başardı. Mahkeme heyeti tanıkların dinlenmeye devam etmesine, işkenceden suç duyurusunda bulunulması talebinin hükümle birlikte değerlendirilmesine karar verdi. 3 Şubat’a ertelenen duruşma için bir umut kapısı aralandı. Ezgi Sevgi Can, yıllarca mahkeme salonlarından umuttan, anneden, babadan, her defasında biraz daha eksilerek dönmüş olmasına değil; o aralanan kapıdan sızan ışığa bakmayı seçti, etrafında yarattığı o direnen “biz”in de kafasını o yöne çevirerek…

Duruşma bitti, Ezgi Sevgi Can’ın adliye önündeki konuşmasını da dinledikten sonra ben evime döndüm. Bu sürede Ezgi Sevgi Can ile tanışmadım, kimseyle de konuşmadım, +1’liğimin gereğince sessizce ayrıldım kalabalıktan. Aradan bir ay geçti. Benim için manen önemi büyük bir etkinlik için Tarsus’taydım. Yalnız olmadığınızı bilmeye ihtiyaç duyduğunuz türden bir gün… Yanıma ellili altmışlı yaşlarında bir çift geldi. Ezgi Sevgi Can’ın amcası ve yengesi olduklarını söyleyerek kendilerini tanıttılar. Önce algılayamadım söyledikleri ismi, sonra “Yeğenimiz, Onur Yaser Can…” deyip sustuklarında üçümüzün de boğazına bir yumru oturdu. En çok ihtiyacım olan günde, tanışıklığımız olmamasına rağmen, yalnız bırakmamak için acemi bir heyecana destek vermeye gelen iki güzel insan; Mehmet Can ve Hamiyet Can.

Sarıldık, duygulandık. Az bulunur ve tarifi zor bir şey yaşadık orada, o kısa anda. Yazarken bile hâlâ ellerimi titreten, ama dolu dolu yaşadığımı hissettiren eşsiz bir duygu tattırdı Can ailesi o gün bana. Birbirini hiç tanımayan insanların, birbirlerine bu denli güzellik yaşatabilmesi mümkünken, kimsenin kendini bu duyguyu tatmaktan mahrum bırakmamasını temenni ederim.

O yüzden hepimize dayanışmanın, yaşamı yaşanılır kılan kudretinde buluşmayı diliyorum.

Mesela 3 Şubat 2023’te, saat 14:00’te, Çağlayan Adliyesi’nde, sadece Ezgi için değil; hiçbir bedel ödemeden, yıllar boyu “yaşamak” hakkımızı yüzsüzce elimizden almaya devam eden ve cezasızlığa sırtını yaslayarak ayakta duran bu örgütlü kötülüğe; dayanışmanın, önlerinde diz çökmeleri gereken o ışıltılı azametini göstermek için bir arada olmayı diliyorum.

Bu Onur’lu direnişte “biz”i yalnız bırakmayın!

Çünkü bir direniş yeter, bin ömrü yaşanır kılmaya.